Tuesday, June 15, 2010

şeylerin içi

Koşusu kadının çıplak, gözlüklü ama bakmaz.
Kar başlarken ilk, ayakları üşüdü. Kar topunu eritecek kadar göğüs uçları sivrildi. Koşan adımlarını büyüttü. Daha çok, aç bir kurttan kaçan seken bir ceylanı andırıyordu hali. Bacak kasları kendini belli etmeye başlamıştı. Bu bir yorgunluk belirtisiydi. Şehir asla yorulmadı. Kendini diğerine bağlayan kaldırımlar bu çıplak koşuya her daim eşlik etmeye niyetliydi. Bükülüp avuç içleriyle dizlerini kavrasa, biraz soluklanıp yoluna devam etse olurdu. Denemeden hızını korudu. Sokakları dönüyor, görürcesine önüne çıkan engellerin üstesinden geliyordu. Nereye gittiğini merak edenlerden bazıları takip etmeye başladı bu asılsız koşuyu. Tek tük arkasında izini kaybeden peşindelik, silik bir meraka dönüşmekteydi. Biri daha vazgeçince geriye yalnız bir merak kaldı. Soğuk havanın aksine koştukça ısınmaya başlayan bedeni, üstündekileri de atmaya başladı ve en az önündeki kadın kadar çıplak kaldı adam.

Adamın gözleri açık, kadınınki değil. Kadında gözlük var, adamda yok.
Kadının yerden kaldırdığı karı bir kaç metre sonra adam da kaldırıyordu. Hiç yavaşlamadan aniden durdu kadın. Adam kendini alıştırdığı tempodan hemen vazgeçemedi ve sendeleyerek kadına sarılarak durabildi ancak. Tenine değenin çıplak bir insan teni olduğunu anladığı anda gözlerini yavaşça araladı kadın. Kapaklarından kurtulan gözün yavaş yavaş belirişi, adamın merakını giderecek cinsten cevap niteliğindeydi ama yanıt bulamadı. Gözlüğünün arkasından görünen kısmıyla adam çıplaktı. Kar tutmuştu. Kadın gözünü adamın üstünde gezdirirken gülümsedi. Bu memnuniyeti anlayamayan adam atıldı.

_ gözlerin kapalı koşuyordun.(çıplaklığı unuttu)

Kadın gülümsemesini korudu.

_ bilmek istemedim.
_ neyi?
_ işe yarayıp yaramadığını.
_ neyin?
_ gözlüğün.
_ evet gözlüğün de var ve gözlerin kapalı koşuyordun.(çıplaklığı aklına geldi)
_ şeylerin içini gösteren bir gözlük bu. sana baktığımda seni çıplak görüyorum. ben de çıplağım. bu gözlük şeylerin içini gösteriyor.
_ ben zaten çıplağım.
_ hayır değilsin.

Henüz kalkamadığı yerden, ani serzenişiyle kaçarak uzaklaşan kadını soluğu yavaşlayarak izledi. Yere değen yerleri adamın kırmızıdan beterdi. Gözlüklü ama gözleri kapalı bir kadının çıplak halde kar soğuğunda sokaklarca koşuşuna neden bulaştığını kestiremedi. Niye peşimdesin diye kadının soracağı bir soruya vereceği cevabı yokken, görmeden yolunu bulan bu koşunun marifeti ve nedeni, daha şüpheli bir merak unsuruydu. Uzaklaşan kadının gözlerini tekrar kapatıp kapatmadığını merak etti. Gücünü toplyabilse bu merakı gidermek için kaldığı yerden takibine devam edeceği besbelliydi.
Kadın, adamın üç-dört koşu adımı mesafesiyle arkasında bıraktığı birbirinden ayrı duran giysilerinin olduğu yere yaklaşırken yavaşlayarak durdu. Adam kadının gözlerini dönüş yolunda kapamadığını duruşundan anladığı anda derin bir oh çekmek yerine nefes aldı ve doğruldu. Kadın eğilerek yerden aldığı giysilerin adama ait olup olmadığı konusunda kendine yalan atacak kadar güçsüzdü. Adam bir sonraki adımından güç alarak yürümesini koşuya çevirdi. Yerde biriken kar, ayaklarının altında ezilirken garip sesler çıkarmaya başladı. Kadına yaklaştıkça sesler çoğaldı. Elinde biriken adamın giyseleriyle, yakalandığı kurttan kurtulmak için son çırpınışlarını yapmaya çalışan bir ceylan gibi kaçacak delik arıyordu. Gözlüğünü giysileri tutmadığı eliyle yavaşça çıkardı. Arkasında bıraktığı adamdan başka, etrafta kimse yoktu. Beyaza bürünen cadde manalaşıyordu. Başını çevirip, giysiler ona ait olmasın duasına bürünerek adama baktı. Koşan adamın çıplaklığı yaklaştıkça daha da belirginleşiyordu. Şeylerin içini göstermediği gerçeğine inanmaya başlamadan önce, kar tutan gözlük camını sildi ve yanında biten adamın peşi sıra ağzından çıkan soğuk soluğuna bakmak için gözlüğü tekrar gözüne taktı.

Wednesday, May 26, 2010

beklemek

Geceye kalan az ışığın varlığını belli ettiği bir odada, her cismin gölgesiyle var olmaya çalıştığını varsayarsak, dünya denen bu ahmaklığın sonuna kimin varıp varamayacağını bilen tek kişi O, yarattığı her şeyden bir tek istekte bulunuyordu. Kulluk.
Kıbleye dönük donuk gölgesi kendini ağırdan satan bir orospu gibi nazla odanın içinde yayılıyordu. Sağındaki iskemleden destek alıp doğrulmaya gönüllü bedeni, mutlak ve ebedi bir yardıma ihtiyaç susamış görünümlüydü. Kıldığı namazı adadığı biri vardı elbet, kaldı ki aldığı nefes bile geçiciyken, duaların hakimiyetinde sürdürdüğü anların varlık sebebi yine O idi. Baş örtüsünü düzeltirken işaret parmağı içeride kaldı. Hazır oradayken kaşıdı saçlarının arasından başını ve derisinden istemsiz yolduğu beyaz şey ile ayrıldı örtünün altından. Daha sonra o parmağı nerelerde kullanacağından habersiz yeleğinin cebindeki tespihe emanet etti parmağına refakat eden elini. Dudaklarının ivmesi bu sırada almış başını gitmiş, şekli ise okunduğu kadarıyla O' nun varlığını yüceltmeye meyilli gözükmekteydi. Cebinde amansız bir hareket sergileyen elin devinimi, tesbihin kaçlık olduğunu saklarken, kapalı gözleriyle bir buluşma anına bürünmüş yüzü, nurluğa ithaf ediliyordu.
Yerle uzun süre temas eden ayağının üstü, topuklara denk gelen poposunun alt kısmı ve yıllardır şifasına uğraş verdiği dizleri, bu uzun buluşma anından doğrulurken üreyen ağrıların önderleri haline gelmiş; daha sonra bunlara, dua sırasında kapadığı gözlerinin kararması, denge kaybı ve açık unuttuğu pencereye mal ettiği üşüme eklenmişti. Dışını saran bu yorgunluk ve ağrı kümesini bastırabilecek kadar huzurla doluydu içi. En ufak darbeyle yıkılabilir bedenini ayakta tutan tek şey, varlığının sebebi O' nun varlığıydı.
Yavaş yürümesinin nedeni olan karıncalaşmış ayaklarına baktı ve 'beni ayakta tutan şeyler' diye fısıldadı içinden. Odadan çıkmadan unuttuğunu hatırlayıp, geri dönerek pencereyi kapattı. Çoğu zaman, unuttuğu şeyi yapmak için geldiği yerde daha önce yapmayı unuttuğu şeyi görüp yaşlılığına söven kadın, pencereyi kapattıktan sonra etrafına bakındı. Bir tür dinlenme anı gibi kımıldamadan sadece başını çevirerek göz attığı odada unutulmuş bir şey olmadığına şaşırarak kendini beğendi. Duvarda büyüyen gölge, kadını daha iri gösteriyordu. Yeni doğan güneşe alıcı gözüyle baktı odadan çıkmadan. Kirişlere tutundu. Gözlerinin karanlığı yeni doğan gün gibi yavaşça ağarıyordu.
Çiçek desenli uzun eteğinin altından sarkarmış gibi gözüken boyuna çizgili pijamasına eşlik eden enine çizgili, dizlerine kadar çekili kahverengi çoraplarının bir ton açığı baş örtüsünün uzandığı yerde, yani göğsünde yaşayan siyah bir ipe emanet kutsal kitabı vardı. Ona dokundu. Aynadaki aksi, kadını tekrarladı. Diğer eliyle destek aldığı kapı eşiğinden görünen halini son zamanlarda sadece kendisi görüyordu. 'Teşekkür ederim...' diye fısıldadı içinden. Bu eve kimse gelmiyor, evden de kimse çıkmıyordu. Kadın kimseyi görmüyor, aynalar sayesinde kendinden haberi oluyordu. Adım adım yaklaştı. Aynaya ilişik yamuk duran duayı, kafasını kaşıdığı parmağıyla düzeltirken, yakını göremediğini hatırlayıp aynada belirsizleşen bulanık yüzünden kurtulmak için oradan ayrıldı. Evin içinde gideceği başka da bir yer yoktu. Günü selamladığı oda, ardından kendini selamladığı aynanın sahibi diğer oda. Daha da fazlasına ihtiyacı yoktu aslında. Açık unuttuğu pencereden sızmasını beklediği şey ile kapı eşiğinde kendine göz attığı anda arkasında belirmesini dilediği şey hep aynıydı. O.

Thursday, April 15, 2010

lalettayin bir gün

Ögle yemeğini bahane edip geçici kilit vurduğu berber dükkanından, yıllardır gitmediği kahveye nedensiz yere uğradı. Kovulurcasına kahveden ayrıldığı o gün; son oyununda, söz vermesine rağmen yine açık vermeyerek tedbirli oynayışı, daha sonra tavlanın yüzünü görememesine neden olmuştu. Terzi olan babasından kalma dükkanını aynı makaslarla on yıl önce berber dükkanına çevirmiş, o dükkanda edindiği simetri hastalığı nöbetler halinde kahvede tavla oynarken de kendini belli etmişti. Siyah pullar hep onundu. Baştan rakipleri tarafından uyarılsa da, her zarı hastalığına kurban ederek, sanki amaç pulları kendi bölgesine taşımak değil de üst üste bindirmekmiş gibi, dağıtmadan, açık vermeyerek oynuyordu. Ömrü uzayan oyunlar çekilmez olduğunda, dayanamadığı raddede rakip, gelişi güzel küfrüne bilediği elleriyle tavlayı dağıtıyordu elbet. Oysa berberin elinde değildi açık vermek. Aslında düzen onun en büyük rakibiydi ve her seferinde kendine yeniliyordu.
Simetri uğruna kovulduğu kahveye girer girmez, yıllar sonra ilk kez, yamuk duran, kapıda asılı 'açık' yazısını çaktırmadan düzeltti. Gözünü kaçırdığı yerde örtünün eşit dağılmadığı bir masa, üstünde yarı dolu ve boş iki bardak, çay kaşığının iki yerde bıraktığı koyulukları farklı iki iz ve masaya dayalı üç iskemleyle diğerlerinden ayrı duran sırtına ceket giydirilmiş başka bir iskemle daha vardı. Ceketin cebinden çıkabilen kısmıyla kağıt parçasındaki yamuk yazılmış notu gördüğünde başını çevirdi berber ve karşısında kollarını açmış birini buldu
.
Fedai Pavyon. Takımdan ayrı düz koşu yaparkan gece idmanında, mahallenin toprak sahasının köşe gönderinde yere yığılmıştı seneler evvel. Kaçakçılığın kanat adamıydı. Çalıştığı mafyaya aklısıra rest çekip tek tabanca takılmaya çalışırken iki kurşun üst üste vurulmuştu bacağından. Yığıldığı korner direğinin dibinde boş tribünlere can çekişmeyi oynamıştı. Ne maçı iptal edecek bir hakem vardı ortada, ne de kurşunun çizgiyi geçip geçmediğini gösterecek bir kayıt. Nüks eden hayatı kalıcı bir topallıkla hesabı kesmiş, toprak sahaya bıraktığı korku dolu kırmızı menşei bahşişle kalan ömrüne nam salmıştı.
Yıllara meydan okuyan, kaç hayatı sonlandırdığı belirsiz tetikleşen eliyle berberin omzunu sıktı. Bu bir özlem gösterisi gibi dursa da öbür hayatın ucundan dönen pavyon fedaisi için aslında bir pişmanlık mesaisiydi. Hiç sekmeden her güne bir leş bırakan Fedai, yıllar sonra gelen bu sarılmaya bir isim bulmaya çalışırken ağzındaki kurşunu çıkardı. Hoşgeldin! Hiç beklemediği bir anda seneler evvel kahveden yaka paça kovduğu berberin bir gün geri geleceğini katil aklıyla aslında hiç kestirememişti. Katillikten insanlığa terfi haliyle, umuduna zırh geçirmiş bir kalbe sahiplenen Fedai, birer birer kırdığı vazoların tamirine koyulmuştu. İlk parça ayağına gelmişti ve bu kaçırılmaz bir fırsattı onun için. Elindeki onlarca kırığı birleştirip, başka parçalardan da olsa, ayakta durabilecek bir vazoya yeni bir hayat sığdırmaktı aklındaki.
Sarılma sonlandığında Fedai ile tokalaştığı elini o andan kaçırırcasına ceketinin cebine soktu berber. Cebinde unuttuğu tarağa hızlıca çarptı eli. Tarağın dişlerine yalvarırcasına sürterek, parmaklarını temizlemeye çalıştı. Fedai,
berberin cebindeki görünür telaşı umursamadı. Aşağıdan başa, görüşü güzel süzdü. Her bir bakışı iz bırakırcasına rahatsız bir şekilde kabullendi berber ve Fedai bu izlekten bir tebessüm çıkardı. Özledim! Kendine, daha sonra berbere birer iskemle çekti. Berber, iskemlelerin çıkardığı sesten irkildiğini başarısızca sakladı. Kendini düzlüğe çıkarmak istercesine, hal hatır sormadan başladı anlatmaya Fedai kalan hayatının olası gidişatını. Pişman, sıkılmak, yeni, gerçekten, hayat, tavla, kahve, sen, ben... cümlelerinin içinde sıkça rastlandı. Berber kabarttığı kulaklarını indirirken tavla yıllar sonra yeniden açılıyordu.
İskemlenin ayaklarına doladığı ayakları yerden yüksekte, tavla masasının yeşil örtüsündeki delikle istemsiz oynayan sağ eline eşlik eden sol eli ise, içtiği sigaranın dudağına değen kısmıyla haşır neşir olmaktaydı berberin. Bu kısmi meşguliyet, onun için beklenmedik ama kahvedekiler için rutin hale gelmiş bir sesle bölündü. İrkilmeye gönüllü elleri uğraşından bu ani gürültüyle kurtulur kurtulmaz birbirine kavuşmuş, sarmaşık ayakları iskemleden kaçarcasına beton zemine konmuştu. Sesin sahibi olan bedenin gölgesi berberin ayaklarının ucuna kadar uzandı. 'Herkese benden düşeş!' cümlesi, gölgesi olmasa da çığlıkvari haliyle, kahvede ağırlığını çoktan ortaya koymuştu. Sese ait olan ağız ve uzantısı insanı merak eden hormonu salgılamasıyla başını sese doğru döndürmesi aynı ana denk geldi berberin. Daha sonra bu denklikten bir boyun ağrısı edinecekti.
Alicenap. Kahvenin gediklisi. Klostrofobik bir kör. Aldığı nefesi düşeşe yazdıran evsiz, kahve kahve dolaşıp 'herkese benden düşeş!' nidasıyla tavla masalarının yanına çektiği hayatının idareliğine soyunmuş eliyle, her defasında altı altıya meyilli bir tutuculuk gösterisi sunmaktaydı tavlabazlara.
Fedai yeni başlayan oyunun başından kalkarak kapıdaki Alicenap'ın yanına gitti. Masaya kadar uzanan gölgesi bu kör adamın gördüğü siyahlık kadar vardı. Dönüşünde koluna taktığı eli zar tutan körü berberle tanıştırmak için aralarına bir iskemle daha çekti. Sürtmediği için bu kez ses çıkmadı. Zar tutmayan elini berbere uzattı Alicenap. Tavlanın üstünde gerçekleşen bu tanışmayı Fedai alıcı gözüyle izlemeye koyuldu. Tavlada öylesine birbirinden ayrı duran iki zar aynı rakamın habercisiydi. Berber zarları alıp başlamak için Alicenap'ın eline sıkıştırdı. Yumruk yaptığı elinden zarların çıkışına izin verdi Alicenap. İki zar da onca dönüşten sonra aynı anda durdu ama başka rakamlar üstlendi üstünü. Düşeş! diye bağırırken Fedai, çaylar yeni gelmişti. Değiştiğini ve hayatını değiştirmek istediğini anlatan konuşmasından sonra Fedai' ye inanmaya başlayan berber, zarların başka rakamlarıyla düşeşin yalanını ortaya çıkarmasından sonra gelişigüzel yıkıldı. Alicenap' ın bu görünmez yeteneğine göz yumarcasına Fedai, çaktırma dercesine berbere göz kırptı. Açık kalan diğer gözüyle gülümsüyordu. Şekeri atmadan çayını karıştırmaya başlayan berber, elini cebine attı ve tarağın dişleriyle
alelade oyalanmaya koyuldu.

Sunday, February 07, 2010

sanrı

Arabamın sileceğiyle camın arasına sıkışmış yarı baygın balık; çırpınan kuyruğu, çekişen canı ve göz alırlılığını yitiren sayısız pullarına veda edercesine, öylece yatıyordu. Solumda kalan denize bakıp bir ip ucu bulmak istercesine çevirdiğim kafamı göğe kaldırmamla, camdaki hapsolmuş balığı hayatta tutabilecek yağmuru yüzümde hissettmem bir oldu. Can havliyle yağmuru yedikçe daha çok çırpınan balığa bakıp, kendi ayaklarıyla ayağıma gelemeyeceğini yağmur hızlanmadan anladım. Şaşkınlığım ve aceleciliğim yarış halinde, bilmeden etrafa attığım bakışlarımla en az arabamın camındaki balık kadar hayatta kalmaya çalışıyordum. Bakılmadık yer bırakmamacasına kendi etrafımda hızla bir kez daha döndüm. Bu suçta eli olabilecek kimseyi göremiyor, en azından seçemiyordum. Yağmurdan kaçan insanlar, bastıkları yerden kalkan su birikintileriyle daha da ağırlaşıyordu. Rengini koyulaştırdığı asfalt yolda yağmur trafiği çoktan yormuş, korna sesleri havada bir it dalışını sahneler gibiydi. Bedenime kıyafetimi yapıştıran, fırtınayı andıran hızlanan aynı yağmur, saçımı kafamın derisine kendini yedirmiş ve kafatasımın şeklini ele vermişti. Düzensiz solumama eşlik eden ağzımdan çıkan buhar beni takip ediyor, arabanın yanına vardığımda kesiliyordu. Parmağını emen yeni doğmuş bir bebek gibi uykuya dalmış balık, camdan seken yağmur ve ölümle hafifleşen haliyle silecekten kurtulmuş, kaportanın üstünde yağmur ne tarafta ağır basarsa oranın aksine kendiliğinden dönüyordu. Balığın tanık olduğum kısa ömrünü anlatan hayat çizgisi, sanki gövdesinin ortasından enlemesine geçiyordu. Sileceğin cama sıkıştırdığı balığın otopsi raporunu, susuz kaldığı için değil de bu işkenceyle öldüğünü aklımdan yazar gibiydim. Arabamın yataklık ettiği bu ölümü engelleyebilir miyim sualine bürünürken, suçlarcasına kendimi, ilk kez olmasa da ölü bir balık görüşüm, böylesine garip, cinayetvari duruma tanıklığım ve bu garip vakanın neden içinde oluşum salt bir meraka dönüşmüştü.
Bir karışı geçmeyen büyüklükteki ölü balığı elime aldım. Nefesini kesen, sileceğin basıncıyla oluşan, balığın gövdesindeki çizgiyi diğer elimin işaret parmağıyla gezdim. Parmaklarımı kıvırıp avcumda ona geçici bir mezar yaptım. Sonra kalbim büyüklüğündeki bu mezardan taşan balığın başına takıldı gözüm. Denize terk edilmiş bir şarap şişesinden, okyanus aşırı yolculuğu sonunda kurtulan notun, bir balığın ağzında beni bulma olasılığı; balığın ağzından sarkan, mürekkebi dağılmış ve yüzüne bulaşan yazıyı okumaya çalışırken gittikçe azalıyordu. Silecekten sonra, soluğu kesecek bir kağıt parçası ölüm nedenini ikilemişti. En azından bu iki işi yapanın aynı el olduğuna emindim. Elimde maktül ve okunmayan bir not, katili umutsuzca aramaya koyuldum. Yağmur yeni dinmişti. Adımsız, kendi etrafımda, dönüşü güzel dolanarak bakınmama, avcumdan katilini merak eden bir ölünün görmez bakışları da ekleniyordu. Denize kaydı gözüm. Sonra tekrar yola, kaldırımlara baktım. Henüz kurumayan insanlar hala ıslak olan yollarına kaldıkları yerden devam edercesine yürüyor, bense arabamın önünde; silecekte can veren ölü bir balık ve balığın ağzında, kimden olduğunu ve ne yazdığını bilmediğim bir notla dikiliyordum. Etrafta ne kendini ele veren bir katil ne de kağıtta yazanları bilen biri vardı. Denize, balığı fırlatabilecek kadar uzaklıktaydım. Aynı mesafe neredeyse, evimle durduğum yer arasındakiyle aynıydı. Hiç bir şey olmamış gibi balığı denize geri postalayabilir, elimdeki kağıdı çöp yapar, onu tekmeledeğim adımıma güvenip ne için dışarıya çıktığımı unutup eve dönebilirdim.
Düşündüğümden daha uzağa fırlattım balığı. Elime bulaşan pulları temizledim ve beni izleyenin olmadığına emin olmak için sağıma soluma bakındım. Karşı kaldırımı atladığımı anladım. Tanımadığım ama beklediğim bakışların içime battığını hissettiğim anda buz kestim. Beni en başından beri izlercesine olan biteni biliyor ve her şeyin sorumlusu benmişim hissini verir gibi izlemeye devam ediyordu karşı kaldırımdaki. Bir sonraki hareketim, en masum olan beni katil yapabilir düşüncesine sevk eden dikkatimle, belirsizleşiyordu. Elimi temizlerken pullarla beraber düşen kağıt parçası ayağımın dibinde, harflerini ıslaklıkla kaybeden yazının akmış mor rengi elimde duruyordu. Suç üstü yakalanan bir hırsız gibi ellerimi yukarıya kaldırmaya gönüllü bir titremeye sahiplendim. Bunda, önce çiseleyen sonra fırtınaya dönen ve ardından dinen yağmurun rüzgarla birleşip beni üşütmesinin rolü elbette yoktu. Kendimi, arabanın sileceğine balığı koyanın ben olduğumu inandırmaya çalışırken yakaladım. Teslim bayrağını çeker gibiydim. Şarap şişesine değil, rastgele seçilmiş bir balığın ağzına gizlediğim notu, ne aşırı bilmediğim yolculuğu sonrasında niye kendime göndermek isteyeceğimi anlamaya çalışırken diz çökmüş ruhum yerinden oynadı. Kıpırdayan lekeli parmaklarımla işaret ederek arabamı, karşı kaldırımdakine doğru her önceki adımımdan güç alırcasına büyüyerek yaklaştım. Balığa yaptığım avuç mezarı yumruğa dönüştürüp beni alıcı gözüyle izleyen kaldırımdaki kıza hırsımı yedirir, onu da denize, balığın yanına yollayabilirdim. Çift şeritli yolu enlemesine kat edip hazırladığım yumruğu muzurluk sahibi katil sandığım küçük kıza nakletme isteğimi bariz belli edişim ve öfke kusarak önünde bitmem, onu o kadar korkutmuş olacak ki; beni izlerken emdiği baş parmağını korkuyla ısırması sonucu içeride biriken kan, şaşkınlık ibaresi açılan ağzından dökülmeye başladı. Kanın hacmi, fırlattığım balığın denizden taşırdığı suyun hacmine yaklaşır cinsten, rengi de elimdeki mürekkepten bozma moru kırmızıya çevirmeye niyetliydi. Donakalmış küçük kızı kucağıma aldığımda, kızın ağzından boşalmayı bitirebilen kan, bu güne özel bir leke bırakmayı çoktan başarmıştı. Tek tanığı katil bellemem, bu küçük masum kıza pahalıya patlamış gözükürken, ağzından zorla çekebildiğim parmağındaki azı dişi izi, balığın gövdesindeki izi andırıyordu. Pulsuz, enine değil derinlemesine, rengi başka, ama iz neredeyse aynıydı. Kızın bu çizgiyle baş edebilir bir yaşta olmasına duacı halim, yeni bir ölüm tanıklılığına hazır değildi elbet. Ağzından kurtardığım delik parmağını balığa yaptığım mezar avcuma yerleştirdim. Avcumdan taşan kısmı parmağın, kızın kendisiydi. Kandan kurtulan azı dişi, beyaz yüzünü gösterircesine sivri ucuyla parlıyordu. Gözümü alan bu olası azılı katilden bakışımı kaçırdığımda, denize fırlattığım ölü balığı suyun yüzeyinde yan yatmış gördüm. Denizin dibine dönük tarafında olabileceğini hesaplamadan, yan yatmış ölü balığın çizgisinin kaybolmuş olmasına, yeni bir hayata demir atarmış gibi, anlamsızca sevindim. Kucağımda balığın katili dediğim yarı baygın kız, denizin üstünde sıfırladığı hayatıyla ölü bir balık ve kızın diş geçirdiği baş parmağındaki derin yaranın kendini yenilemesini bekleyen bir ben. Her birimiz için kaldığımız yerden hayatımıza devam etmemize engel nedenler oluşmuştu ve hiçbirimiz, buna hazır değildik.