Arabamın sileceğiyle camın arasına sıkışmış yarı baygın balık; çırpınan kuyruğu, çekişen canı ve göz alırlılığını yitiren sayısız pullarına veda edercesine, öylece yatıyordu. Solumda kalan denize bakıp bir ip ucu bulmak istercesine çevirdiğim kafamı göğe kaldırmamla, camdaki hapsolmuş balığı hayatta tutabilecek yağmuru yüzümde hissettmem bir oldu. Can havliyle yağmuru yedikçe daha çok çırpınan balığa bakıp, kendi ayaklarıyla ayağıma gelemeyeceğini yağmur hızlanmadan anladım. Şaşkınlığım ve aceleciliğim yarış halinde, bilmeden etrafa attığım bakışlarımla en az arabamın camındaki balık kadar hayatta kalmaya çalışıyordum. Bakılmadık yer bırakmamacasına kendi etrafımda hızla bir kez daha döndüm. Bu suçta eli olabilecek kimseyi göremiyor, en azından seçemiyordum. Yağmurdan kaçan insanlar, bastıkları yerden kalkan su birikintileriyle daha da ağırlaşıyordu. Rengini koyulaştırdığı asfalt yolda yağmur trafiği çoktan yormuş, korna sesleri havada bir it dalışını sahneler gibiydi. Bedenime kıyafetimi yapıştıran, fırtınayı andıran hızlanan aynı yağmur, saçımı kafamın derisine kendini yedirmiş ve kafatasımın şeklini ele vermişti. Düzensiz solumama eşlik eden ağzımdan çıkan buhar beni takip ediyor, arabanın yanına vardığımda kesiliyordu. Parmağını emen yeni doğmuş bir bebek gibi uykuya dalmış balık, camdan seken yağmur ve ölümle hafifleşen haliyle silecekten kurtulmuş, kaportanın üstünde yağmur ne tarafta ağır basarsa oranın aksine kendiliğinden dönüyordu. Balığın tanık olduğum kısa ömrünü anlatan hayat çizgisi, sanki gövdesinin ortasından enlemesine geçiyordu. Sileceğin cama sıkıştırdığı balığın otopsi raporunu, susuz kaldığı için değil de bu işkenceyle öldüğünü aklımdan yazar gibiydim. Arabamın yataklık ettiği bu ölümü engelleyebilir miyim sualine bürünürken, suçlarcasına kendimi, ilk kez olmasa da ölü bir balık görüşüm, böylesine garip, cinayetvari duruma tanıklığım ve bu garip vakanın neden içinde oluşum salt bir meraka dönüşmüştü.
Bir karışı geçmeyen büyüklükteki ölü balığı elime aldım. Nefesini kesen, sileceğin basıncıyla oluşan, balığın gövdesindeki çizgiyi diğer elimin işaret parmağıyla gezdim. Parmaklarımı kıvırıp avcumda ona geçici bir mezar yaptım. Sonra kalbim büyüklüğündeki bu mezardan taşan balığın başına takıldı gözüm. Denize terk edilmiş bir şarap şişesinden, okyanus aşırı yolculuğu sonunda kurtulan notun, bir balığın ağzında beni bulma olasılığı; balığın ağzından sarkan, mürekkebi dağılmış ve yüzüne bulaşan yazıyı okumaya çalışırken gittikçe azalıyordu. Silecekten sonra, soluğu kesecek bir kağıt parçası ölüm nedenini ikilemişti. En azından bu iki işi yapanın aynı el olduğuna emindim. Elimde maktül ve okunmayan bir not, katili umutsuzca aramaya koyuldum. Yağmur yeni dinmişti. Adımsız, kendi etrafımda, dönüşü güzel dolanarak bakınmama, avcumdan katilini merak eden bir ölünün görmez bakışları da ekleniyordu. Denize kaydı gözüm. Sonra tekrar yola, kaldırımlara baktım. Henüz kurumayan insanlar hala ıslak olan yollarına kaldıkları yerden devam edercesine yürüyor, bense arabamın önünde; silecekte can veren ölü bir balık ve balığın ağzında, kimden olduğunu ve ne yazdığını bilmediğim bir notla dikiliyordum. Etrafta ne kendini ele veren bir katil ne de kağıtta yazanları bilen biri vardı. Denize, balığı fırlatabilecek kadar uzaklıktaydım. Aynı mesafe neredeyse, evimle durduğum yer arasındakiyle aynıydı. Hiç bir şey olmamış gibi balığı denize geri postalayabilir, elimdeki kağıdı çöp yapar, onu tekmeledeğim adımıma güvenip ne için dışarıya çıktığımı unutup eve dönebilirdim.
Düşündüğümden daha uzağa fırlattım balığı. Elime bulaşan pulları temizledim ve beni izleyenin olmadığına emin olmak için sağıma soluma bakındım. Karşı kaldırımı atladığımı anladım. Tanımadığım ama beklediğim bakışların içime battığını hissettiğim anda buz kestim. Beni en başından beri izlercesine olan biteni biliyor ve her şeyin sorumlusu benmişim hissini verir gibi izlemeye devam ediyordu karşı kaldırımdaki. Bir sonraki hareketim, en masum olan beni katil yapabilir düşüncesine sevk eden dikkatimle, belirsizleşiyordu. Elimi temizlerken pullarla beraber düşen kağıt parçası ayağımın dibinde, harflerini ıslaklıkla kaybeden yazının akmış mor rengi elimde duruyordu. Suç üstü yakalanan bir hırsız gibi ellerimi yukarıya kaldırmaya gönüllü bir titremeye sahiplendim. Bunda, önce çiseleyen sonra fırtınaya dönen ve ardından dinen yağmurun rüzgarla birleşip beni üşütmesinin rolü elbette yoktu. Kendimi, arabanın sileceğine balığı koyanın ben olduğumu inandırmaya çalışırken yakaladım. Teslim bayrağını çeker gibiydim. Şarap şişesine değil, rastgele seçilmiş bir balığın ağzına gizlediğim notu, ne aşırı bilmediğim yolculuğu sonrasında niye kendime göndermek isteyeceğimi anlamaya çalışırken diz çökmüş ruhum yerinden oynadı. Kıpırdayan lekeli parmaklarımla işaret ederek arabamı, karşı kaldırımdakine doğru her önceki adımımdan güç alırcasına büyüyerek yaklaştım. Balığa yaptığım avuç mezarı yumruğa dönüştürüp beni alıcı gözüyle izleyen kaldırımdaki kıza hırsımı yedirir, onu da denize, balığın yanına yollayabilirdim. Çift şeritli yolu enlemesine kat edip hazırladığım yumruğu muzurluk sahibi katil sandığım küçük kıza nakletme isteğimi bariz belli edişim ve öfke kusarak önünde bitmem, onu o kadar korkutmuş olacak ki; beni izlerken emdiği baş parmağını korkuyla ısırması sonucu içeride biriken kan, şaşkınlık ibaresi açılan ağzından dökülmeye başladı. Kanın hacmi, fırlattığım balığın denizden taşırdığı suyun hacmine yaklaşır cinsten, rengi de elimdeki mürekkepten bozma moru kırmızıya çevirmeye niyetliydi. Donakalmış küçük kızı kucağıma aldığımda, kızın ağzından boşalmayı bitirebilen kan, bu güne özel bir leke bırakmayı çoktan başarmıştı. Tek tanığı katil bellemem, bu küçük masum kıza pahalıya patlamış gözükürken, ağzından zorla çekebildiğim parmağındaki azı dişi izi, balığın gövdesindeki izi andırıyordu. Pulsuz, enine değil derinlemesine, rengi başka, ama iz neredeyse aynıydı. Kızın bu çizgiyle baş edebilir bir yaşta olmasına duacı halim, yeni bir ölüm tanıklılığına hazır değildi elbet. Ağzından kurtardığım delik parmağını balığa yaptığım mezar avcuma yerleştirdim. Avcumdan taşan kısmı parmağın, kızın kendisiydi. Kandan kurtulan azı dişi, beyaz yüzünü gösterircesine sivri ucuyla parlıyordu. Gözümü alan bu olası azılı katilden bakışımı kaçırdığımda, denize fırlattığım ölü balığı suyun yüzeyinde yan yatmış gördüm. Denizin dibine dönük tarafında olabileceğini hesaplamadan, yan yatmış ölü balığın çizgisinin kaybolmuş olmasına, yeni bir hayata demir atarmış gibi, anlamsızca sevindim. Kucağımda balığın katili dediğim yarı baygın kız, denizin üstünde sıfırladığı hayatıyla ölü bir balık ve kızın diş geçirdiği baş parmağındaki derin yaranın kendini yenilemesini bekleyen bir ben. Her birimiz için kaldığımız yerden hayatımıza devam etmemize engel nedenler oluşmuştu ve hiçbirimiz, buna hazır değildik.
Bir karışı geçmeyen büyüklükteki ölü balığı elime aldım. Nefesini kesen, sileceğin basıncıyla oluşan, balığın gövdesindeki çizgiyi diğer elimin işaret parmağıyla gezdim. Parmaklarımı kıvırıp avcumda ona geçici bir mezar yaptım. Sonra kalbim büyüklüğündeki bu mezardan taşan balığın başına takıldı gözüm. Denize terk edilmiş bir şarap şişesinden, okyanus aşırı yolculuğu sonunda kurtulan notun, bir balığın ağzında beni bulma olasılığı; balığın ağzından sarkan, mürekkebi dağılmış ve yüzüne bulaşan yazıyı okumaya çalışırken gittikçe azalıyordu. Silecekten sonra, soluğu kesecek bir kağıt parçası ölüm nedenini ikilemişti. En azından bu iki işi yapanın aynı el olduğuna emindim. Elimde maktül ve okunmayan bir not, katili umutsuzca aramaya koyuldum. Yağmur yeni dinmişti. Adımsız, kendi etrafımda, dönüşü güzel dolanarak bakınmama, avcumdan katilini merak eden bir ölünün görmez bakışları da ekleniyordu. Denize kaydı gözüm. Sonra tekrar yola, kaldırımlara baktım. Henüz kurumayan insanlar hala ıslak olan yollarına kaldıkları yerden devam edercesine yürüyor, bense arabamın önünde; silecekte can veren ölü bir balık ve balığın ağzında, kimden olduğunu ve ne yazdığını bilmediğim bir notla dikiliyordum. Etrafta ne kendini ele veren bir katil ne de kağıtta yazanları bilen biri vardı. Denize, balığı fırlatabilecek kadar uzaklıktaydım. Aynı mesafe neredeyse, evimle durduğum yer arasındakiyle aynıydı. Hiç bir şey olmamış gibi balığı denize geri postalayabilir, elimdeki kağıdı çöp yapar, onu tekmeledeğim adımıma güvenip ne için dışarıya çıktığımı unutup eve dönebilirdim.
Düşündüğümden daha uzağa fırlattım balığı. Elime bulaşan pulları temizledim ve beni izleyenin olmadığına emin olmak için sağıma soluma bakındım. Karşı kaldırımı atladığımı anladım. Tanımadığım ama beklediğim bakışların içime battığını hissettiğim anda buz kestim. Beni en başından beri izlercesine olan biteni biliyor ve her şeyin sorumlusu benmişim hissini verir gibi izlemeye devam ediyordu karşı kaldırımdaki. Bir sonraki hareketim, en masum olan beni katil yapabilir düşüncesine sevk eden dikkatimle, belirsizleşiyordu. Elimi temizlerken pullarla beraber düşen kağıt parçası ayağımın dibinde, harflerini ıslaklıkla kaybeden yazının akmış mor rengi elimde duruyordu. Suç üstü yakalanan bir hırsız gibi ellerimi yukarıya kaldırmaya gönüllü bir titremeye sahiplendim. Bunda, önce çiseleyen sonra fırtınaya dönen ve ardından dinen yağmurun rüzgarla birleşip beni üşütmesinin rolü elbette yoktu. Kendimi, arabanın sileceğine balığı koyanın ben olduğumu inandırmaya çalışırken yakaladım. Teslim bayrağını çeker gibiydim. Şarap şişesine değil, rastgele seçilmiş bir balığın ağzına gizlediğim notu, ne aşırı bilmediğim yolculuğu sonrasında niye kendime göndermek isteyeceğimi anlamaya çalışırken diz çökmüş ruhum yerinden oynadı. Kıpırdayan lekeli parmaklarımla işaret ederek arabamı, karşı kaldırımdakine doğru her önceki adımımdan güç alırcasına büyüyerek yaklaştım. Balığa yaptığım avuç mezarı yumruğa dönüştürüp beni alıcı gözüyle izleyen kaldırımdaki kıza hırsımı yedirir, onu da denize, balığın yanına yollayabilirdim. Çift şeritli yolu enlemesine kat edip hazırladığım yumruğu muzurluk sahibi katil sandığım küçük kıza nakletme isteğimi bariz belli edişim ve öfke kusarak önünde bitmem, onu o kadar korkutmuş olacak ki; beni izlerken emdiği baş parmağını korkuyla ısırması sonucu içeride biriken kan, şaşkınlık ibaresi açılan ağzından dökülmeye başladı. Kanın hacmi, fırlattığım balığın denizden taşırdığı suyun hacmine yaklaşır cinsten, rengi de elimdeki mürekkepten bozma moru kırmızıya çevirmeye niyetliydi. Donakalmış küçük kızı kucağıma aldığımda, kızın ağzından boşalmayı bitirebilen kan, bu güne özel bir leke bırakmayı çoktan başarmıştı. Tek tanığı katil bellemem, bu küçük masum kıza pahalıya patlamış gözükürken, ağzından zorla çekebildiğim parmağındaki azı dişi izi, balığın gövdesindeki izi andırıyordu. Pulsuz, enine değil derinlemesine, rengi başka, ama iz neredeyse aynıydı. Kızın bu çizgiyle baş edebilir bir yaşta olmasına duacı halim, yeni bir ölüm tanıklılığına hazır değildi elbet. Ağzından kurtardığım delik parmağını balığa yaptığım mezar avcuma yerleştirdim. Avcumdan taşan kısmı parmağın, kızın kendisiydi. Kandan kurtulan azı dişi, beyaz yüzünü gösterircesine sivri ucuyla parlıyordu. Gözümü alan bu olası azılı katilden bakışımı kaçırdığımda, denize fırlattığım ölü balığı suyun yüzeyinde yan yatmış gördüm. Denizin dibine dönük tarafında olabileceğini hesaplamadan, yan yatmış ölü balığın çizgisinin kaybolmuş olmasına, yeni bir hayata demir atarmış gibi, anlamsızca sevindim. Kucağımda balığın katili dediğim yarı baygın kız, denizin üstünde sıfırladığı hayatıyla ölü bir balık ve kızın diş geçirdiği baş parmağındaki derin yaranın kendini yenilemesini bekleyen bir ben. Her birimiz için kaldığımız yerden hayatımıza devam etmemize engel nedenler oluşmuştu ve hiçbirimiz, buna hazır değildik.