Hoş gelinmeyen bir yolculuğun, olası yolcularına vaad edilen muavinin koridor hayatına tanıklığımla başladı ilk. Ne kadar kapalı dursa da sabit bir boşluğa sahip ağzından aldığı nefesi ben de soluyordum. Bu tek ortak noktamız diye umuyordum ki oksijene hepimizin ihtiyacı var gerçeği, muavine baktıkça ağzımda istemeden ekşiyen oksijenin tadını biraz olsun hafifletiyordu. Görünen her yerinde çil vardı. Çil renginden koyu, turuncu saçları dağınık; renkli gözlerinden biraz açık gömleği ve epey koyu, yukardaki bölmeye tutunduğunda tanıştığım, yumruk büyüklüğü genişliğinde koltuk altı teri vardı. Orta kapının iki arkasındaydım. Otobüse bindiğini benden önce annesine haber veren yaşıtım sandığım çocuğun, biletini de benden önce aldığı pencere kenarında oturuşundan belliydi. Aynı gazeteyi almış olmamız 'gazeteyi bari ben önce almış olayım!' hırsını bürüdü bende. Kafasını dayadığı gibi cama, uyudu yanımdaki 'herşeyi benden önce beceren'. O uyurken olup biten her şeyi ona bir bir anlatacağıma dair kendi kendime söz verdim. Ne kadar aramız kötü olsa da buna hakkı vardı.
Bulunduğum yerden aynada görünen kısmıyla şöförün en fazla kaç yapabildiğini kestirme oyunumu bölen bir kokuydu. Muavin ilk servisine başlamıştı. O küçük arabayla bu dev adamı bir araya getirebilen otobüste, kocaman elleriyle orantılı halinin şoför koltuğunda değil de abartısız göbeğinden küçük olan servis arabasının arkasında oluşu, aynadaki tepeden görünüşüyle daha da küçülen şoförün bendeki yaşam hakkını sorgular cinstendi. Bana üç koltuk kala muavinin seçebildiğim kadarıyla arabasından, 'ne alırsınız?' sorusunun cevabını hazırlamaya çalışıyordum alelacele. Buna tek engel göz bozukluğum değildi elbet. Yaklaştıkça büyüdüğü gibi muavinin kokusu da artıyordu. Servis yaptığı paralel koltuklardaki yolcuların haline bakıp kokunun kaynağını doğrulamak isterken sıra bana gelmişti. Tepede bir güneş olsa üstüme düşen gölgesiyle boğulabilirim diye düşündüm aniden. Kokunun da gölgesi var mıydı? Zaman kazanmak için keki kendim aldım. Renksiz eldivenleriyle kahvemi doldururken biraz olsun rahatladım. Şekeri atmadan önce kahvemi koklamamın, kendimi ihbar etmemden farkı yok gibiydi. O da haklıydı aslında. İnsan kendi kokusunu nasıl alır kokusu zaten oysa? Ondan iğrendiğimizi bir anlasa elinin altındaki arabayla yer değiştireceğimize bahse girerim. Bizi nereye sürerdi bilemiyorum ama uzun bir yolculuk olacağı kesin. Öndeki üç koltukla başlayan bu bozuk aura benden sonraki üç koltukla devam eden cinstendi. Avuç boşluğuma sığan kahvemin burnuma hitap eden kokusunun ben içtikçe azalması kaygı nedenim olmuş ve bu adamdan da sürekli kahve isteme düşüncesi cesaret kontrolü sonucunda eriyip gitmişti. Sabahın körü turizmin ilk otobüsündeki ben, bugüne en yakın olan dünde muavinin neler yaşadığına inme kararı alacak kadar mağdur hissediyordum kendimi. Ne yedi, ne içti, nerelere gitti, ne gördü rüyasında, ne zaman uyudu, neler konuştu, ne zaman uyandı, ne vardı üstünde bütün gün? Bütün bunları sorarken yanımdaki çocuğa bakıyor yakaladım kendimi. O da camdaki yüzünü bana çevirmiş ama gözleri kapalı beni dinler gibi hala uyuyordu. Her şeyden habersiz. Kimdi, kiminle yaşıyordu, kimlerle konuşuyordu, kimi seviyordu, kime benziyordu? Aynı, muavinin leblebi kadar boşluk bıraktığı gibi ağzından, horlamanın yerini tutan puflaması yüzüme vuruyordu. Bu kısık klimayı iyiye yorup yüzümü çevirdiğim yerden alıkoyamadım. Ne zaman doğdu, ne zaman muavin oldu, nasıl bu kadar büyük, kimdi? Bütün merakımı yanımdaki çocuktan çıkarır gibi sessiz cevaplarına inat ardışık sorularımla muavinin ne kadar dünü varsa didiklemiştim.
Bulunduğum yerden aynada görünen kısmıyla şöförün en fazla kaç yapabildiğini kestirme oyunumu bölen bir kokuydu. Muavin ilk servisine başlamıştı. O küçük arabayla bu dev adamı bir araya getirebilen otobüste, kocaman elleriyle orantılı halinin şoför koltuğunda değil de abartısız göbeğinden küçük olan servis arabasının arkasında oluşu, aynadaki tepeden görünüşüyle daha da küçülen şoförün bendeki yaşam hakkını sorgular cinstendi. Bana üç koltuk kala muavinin seçebildiğim kadarıyla arabasından, 'ne alırsınız?' sorusunun cevabını hazırlamaya çalışıyordum alelacele. Buna tek engel göz bozukluğum değildi elbet. Yaklaştıkça büyüdüğü gibi muavinin kokusu da artıyordu. Servis yaptığı paralel koltuklardaki yolcuların haline bakıp kokunun kaynağını doğrulamak isterken sıra bana gelmişti. Tepede bir güneş olsa üstüme düşen gölgesiyle boğulabilirim diye düşündüm aniden. Kokunun da gölgesi var mıydı? Zaman kazanmak için keki kendim aldım. Renksiz eldivenleriyle kahvemi doldururken biraz olsun rahatladım. Şekeri atmadan önce kahvemi koklamamın, kendimi ihbar etmemden farkı yok gibiydi. O da haklıydı aslında. İnsan kendi kokusunu nasıl alır kokusu zaten oysa? Ondan iğrendiğimizi bir anlasa elinin altındaki arabayla yer değiştireceğimize bahse girerim. Bizi nereye sürerdi bilemiyorum ama uzun bir yolculuk olacağı kesin. Öndeki üç koltukla başlayan bu bozuk aura benden sonraki üç koltukla devam eden cinstendi. Avuç boşluğuma sığan kahvemin burnuma hitap eden kokusunun ben içtikçe azalması kaygı nedenim olmuş ve bu adamdan da sürekli kahve isteme düşüncesi cesaret kontrolü sonucunda eriyip gitmişti. Sabahın körü turizmin ilk otobüsündeki ben, bugüne en yakın olan dünde muavinin neler yaşadığına inme kararı alacak kadar mağdur hissediyordum kendimi. Ne yedi, ne içti, nerelere gitti, ne gördü rüyasında, ne zaman uyudu, neler konuştu, ne zaman uyandı, ne vardı üstünde bütün gün? Bütün bunları sorarken yanımdaki çocuğa bakıyor yakaladım kendimi. O da camdaki yüzünü bana çevirmiş ama gözleri kapalı beni dinler gibi hala uyuyordu. Her şeyden habersiz. Kimdi, kiminle yaşıyordu, kimlerle konuşuyordu, kimi seviyordu, kime benziyordu? Aynı, muavinin leblebi kadar boşluk bıraktığı gibi ağzından, horlamanın yerini tutan puflaması yüzüme vuruyordu. Bu kısık klimayı iyiye yorup yüzümü çevirdiğim yerden alıkoyamadım. Ne zaman doğdu, ne zaman muavin oldu, nasıl bu kadar büyük, kimdi? Bütün merakımı yanımdaki çocuktan çıkarır gibi sessiz cevaplarına inat ardışık sorularımla muavinin ne kadar dünü varsa didiklemiştim.
Başlayan her şey bitecek, çöpe dönüşecekti. Öyle de oldu. Yenen herşeyin ambalajı içilen sıvıların boş bardaklarıyla beraber birer çöp idi ve bunların elden çıkması için çoğu yolcunun yolu izleme nedenli oturduğu koridorun seyrine bir dağ doğdu yeniden. Elinde tuttuğu büyük boy çöp torbasına burunlarını atan yolzedelerin iştirakına ben de kendimi ekledim. En yakın çöp konteynerindeki yerimi rezerve edebilir ya da burunla yetinip molada ücretli tuvaletlere kendimi hapsedebilirdim. Anonsu duyar gibiyim, 'Sabahın körü turizm yolcularının toplu intiharı sonucu otobüsünüz kaldığı yerden yola devam etmeyecektir. Burunlar şirketten. İyi şanslar.' Bu sesin sahibi kadını bulup yoluma onunla devam etme kararı aldım bir anda. Molaya kadar parmaklarımı burnumdan çekmedim. Kek ve kahve çöplerimi sıra bana geldiğinde yer çekiminden yardım alarak bakmadan sadece bıraktım. Yolcu olmayı da bırakmıştım ama düşmemi engelleyen oturduğum koltuktu. Oysa sürüklenip tekerleklerin altında ezilmeyi çoktan göze almıştım. Muavinin mola anını iki cümleyle anlatışına eşlik eden gizemli şoför, direksiyonu sağa kırdığında elim burnumda değildi. Kendimi nasıl dışarı attığımı, uyuyan yanımdaki çocuğun hayatta olup olmadığını ve diğerlerinin ne durumda olduğundan haberim yoktu. Koşmak denmez, kaçarak girdiğim tuvalette yan yana duran aralarında aynı boşluklar olan aynalardan kısım kısım gözüktüğümü anlayınca durdum. Elimde kan yoktu. Silah da taşımıyordum ama katil edalı nefes alışverişimin zihnimi yok edişinden aranıyor olabilirdim. Arkama baktığımda sadece el kurutma makinesinin, herhangi bir eli görmemesinden kaynaklanan, giderek azalan sesi hakimdi tuvalete. Benden önce kuruyan elin sahibini merak etmemde hiçbir fayda yoktu. Öyle de yaptım, ellerimi üstüme sildim ve kadının anonsunu bekledim.
No comments:
Post a Comment