Thursday, November 21, 2013

intiharın icadı

Geldiği yöne doğru bakmaya cesaretini topladığı anda onu meraktan öldürecek bir yola saptı. Saplandığı rotanın gediklisi olmayı başardığı zaman, geldiği yöne bakmasını gerektirecek bir neden bulamayacak kadar uzakta olacaktı. Gözleri meraktan büyüdü. İçinde asılı kalmaya kendini alıştırdığı nefesi verdiği an yükünü boşaltan bir kamyon gibi rahatladı. Yolun tutarsız haldeki dönemeçlerine ek engebeli oluşu ve ona eşlik eden çalıların arasına sıkışmış sıska ağaçların yersiz gölgelerine müdahil durumu, bu yeni yol halini zengin kılan şeylerdi. Ayağına dokunan toprak, taş, çalı, gölge… yolun kendisiydi.

Girip çıktığı her ana yeni bir sayfa gözüyle bakıp, bir sonraki sayfanın yeniliğine bilerek aldanıp, kontrolü elden bırakırmış gibi kendini salarak hareket ediyordu. Ayağını yürürken sürtmeye başlaması, dokunduğu kurumuş yapraklardan çıkan sesten zevk almasını geciktirecek kadar yorulduğunun da belirtisiydi. Aynı aralıklarla beliren ağaçların diplerinde kümeleşen yaprakların yoğunlukları birbirinden farklıydı. Rüzgarla savrulan yaprakların takılıp kaldığı koca bir kayaya ilişti gözü. Sıklaşan ayak sürtmeleri, hızındaki azalma ve soluk alıp vermedeki yoğunluk kayayı daha cazip kılıyordu. Yola koyulduğundan beri irili ufaklı taşların birikiminden daha büyük duran kayanın oraya nasıl geldiğini ve diğer taşların bu kayanın parçaları olup olmadığını sorgulamadan sırtını huzurla dayadı. Yeni oyuncağıyla ilk kez tanışan meraklı bir çocuk gibi her yüzeyine dokunmayı aklına koymuşçasına kayaya bulaşıyordu. Sivri kenarlarında elini acıtan kaya, teninde yetişen bitkilere gelince yumuşak yüzeyini sunuyordu ona. Oluklarındaki küçük karanlıkların merak olgusunu uyandırması, kayanın altında zemine yedirdiği düzlüğü daha gizemli hale getiriyordu. Kayanın tonlarca ağırlıktaki görüntüsüyle kıpırdayamaz oluşu; bu durağan ama her daim ivmelenen cazibesini pekiştiriyordu. Fiziksel yorgunluğu kayanın keşfine dahil olmasıyla zihinsel yorgunluğa dönüşecek ve kayanın varoluşu daha sonra aklına her geldiğinde kendi varoluşunu sorgulatacaktı.

Uyuyakaldı. Bir kolu kayanın sert yüzeyiyle başının arasına sıkışmış, diğer kolu etrafı kolaçan edercesine kayadan sarkıyordu. Bir ayağı kayanın herhangi bir oluğuna saklanırmış gibi içeride, diğeri ise sarkan koluna eşlik edercesine meraklı meraklı dışarı izliyordu. Saçını sakince kaldırıp indiren rüzgar; yüzünden kurtulduğunda, montuyla atkısının arasına sıkışmış yaprağı yerinden edecek kadar göğsünde hızla esiyordu. Rüzgar, bilekliğinden kopan ipin ucunda yürümeye çalışan karıncaya geldiğinde ise sanki esmeyi bırakıyordu. Kayanın üzerinde giyindiği uyku müdavimliğini rüzgarın eşlik ettiği yapraklarla istemsizce örttü. Korku anında bulunduğu tabiatın rengini ve şeklini alan hayvanlar gibi sürekli değişiyordu. Başlayan yağmurla koyulaşan montu kayanın rengine yaklaşırken, sıska ağaçlardan düşen yaprakların üstünü örtmesi onu ormana dahil etmeyi çoktan başarmıştı. Yağmur dinerken önce göz kapakları kımıldadı. İnce dalların arasından sıyrılan güneş ışıkları gözünü aldığında elini yüzüne perde olması için götürdü. Bedenini saran yapraklar, yarışırcasına, bu harekete sessiz kalamayarak üzerinden düşmeye başladı. Yüzünü yakan güneşin acısı yerini; yer değiştirdikçe, uyku halinde vücuduyla temas içinde olan kayanın acı-ağrı arası rahatsızlığına bıraktı. Doğrulmayı denediğinde ormanın ne kadar içinde ve topraktan ne kadar yukarıda, geldiği yerden ne kadar uzakta ve kendine ne kadar yakın olduğunu anladı. Ağaçların ince gövdelerine gözünü kısarak baktığında; onları odundan parmaklıklar gibi görüp, kendini yeryüzünün en güzel hapishanesinde hissetti. İşlediği suçu sorgulamadan bulunduğu uçsuz hücrenin olmayan çatısından içine özgürlük doldurup değişen rengiyle göğe kırptığı gözünü sonsuzluk umuduyla yeniden kapattı. İçine çektiği dizlerini saran kollarına, başı da yanaşarak eşlik etti. Hücresinde küçülürken, eşsiz hapishanesine dolan kuş sürüsü görülmeye değerdi.

Monday, April 22, 2013

kuruma arzusu

süpürge
Eksik telleri yokluklarıyla göze çarpıyordu. Tellerin arasından sızan su, süpürülen yerin tersine aksi bir ivmeyle devriliyor, hareket kendini yinelercesine hiçbir şey olmamış gibi bumerang sadakatinde geri geliyordu. Giderin eşit boşluklarından düşmeyi başaran suya yenileri eklenmezken, zeminin su terazisi değmemiş yerlerindeki su birikintilerine söz geçirmek gittikçe zorlaşıyordu. Eski süpürge ıslandıkça telleri yoruluyor, takım halinde hareket edemeyip bireysel bir çabayla suya diş gösteremiyordu. Zeminin farklı yerlerinde farklı kütlelerde biriken suyun giderle kavuşamaması ise süpürge sahibine yeni çözümler için başka fikirler öneriyordu.

adam
Kapanmasın diye pencerenin arasına konmuş terlik gibi balkonun köşesinde suya söz geçirmeye çalışırken sıkışıp kalmıştı. Ayaklarını hapseden sudan başını kaldırıp koyuluk sırasına girmiş küme küme bulutların arkasındaki güneşi aradı. İpucu vermeyen kara bulutların hareketinden medet ummak için süpürgeyi duvara yasladı ve boşlukta hareket eden bulutların hızını bir an için kontrol edebilmeyi diledi. Elinde olsa aldığı kadar bulutu dağların ardına hapseder, gün yüzü görmemiş güneşi kendine yaklaştırıp balkonundaki su cumhuriyetini buhara dönüştürürdü. Bu hayal ona zaman kazandırdı ve söz dinleyen birkaç bulut birbirinden gönülsüzce koptu. Kanguru yavrusu gibi başını saklandığı yerden çıkartan güneş, göz alır parlaklığıyla yeryüzünü anında aydınlattı. Adamın yüzünde biten ışık, en çok ağzında oluşan tebessüme yakıştı. Olası bir bulut hareketinin güneşi yok etmesinden korkan adam, korkunun önüne geçecek yeni bir telaşa aldandı. Balkon korkuluğu güneşe izin vermeyerek zemindeki gölgenin yaratıcısı olmuş, adamı çevreleyen suyun ömrünü uzatmayı da çoktan aklına koymuştu.

balkon
İçine hapsedilen giderin tıkanık olması, korkuluğun bitmez gölgesi, adamın tuttuğu işe yaramaz yaşlı süpürge ve kalıcı misafirliğiyle su; balkonun kendi ağırlığına ek yüklerdi. Üzerine binen psikolojik basıncın altında eziledursun, yer değiştiren gökyüzüne güveni nedense sonsuzdu. Issız adaya düşen uçaktan sağ kurtulmuş biri gibi geçen gemilere acemice el sallarcasına göğün her hareketinden medet ummayı alışkanlık haline getirmiş adam; balkonun içinde, elinde süpürgesiyle, buluttan yeni kurtulmuş güneşin kurtarıcı rolüne soyunmasını bekliyordu.

su  
Adamın yüzünden sıyrılıp duvarda biten, sonrasında zemine düşen güneş ışınları suyun kuruma arzusunu biledi. Varlığından hoşnutsuz olan adamı ele geçiremeyecek kadar sığlıkta duruşuyla zemindeki tutarsız durağanlığın, giderin karanlık hapsinde son bulmasını istemediği su götürmez bir gerçekti. Adamın ayak parmaklarındaki buruşukluklara gönüllü sebebiyet verişi giderin kötü misafirperveRliğiyle orantılı olsa da, kovaya doldurulduğu andan bu yana geçirdiği zeminsel birikmişliğinin son demlerinde olduğunun da farkındaydı.

güneş
Bulutlar gökyüzünü yüzüstü bıraktığında mavi bir tene konmuş sarı bir ben gibi güneş olağan yalnızlığıyla sırıtıyordu. Onca bulutu yolcu ederken arkalarından dökeceği suyu kurutmayı yeğlemiş, balkona alıcı gözüyle bıraktığı ışınlarıyla adamın kalbinde çoktan nam salmıştı. Doğduğu yerden çok fazla uzaklaştığını fark etti ve batacağı yeri gözüne kestirip rutin devinimine devam etti.

gider
Simsiyah, dikine bir boşlukta süpürgenin suyla çürüyen ve zamanla yorulup kopan parçaları boğazına takılmıştı. Mazgallarından devrilecek tazyikli suyu beklerken uyuyakaldı. 

Tuesday, March 26, 2013

düpedüz hareketsiz ve yarım yamalak

adam
Tenine duvar kağıdı gerip yerinden fırladı. Duvar kağıdında yaprakları yeni dökülmüş ağaç dalları ve gövdeler vardı. Vücut hatlarının belirgin olduğu yerde adamın; gövdeler daha gösterişli, kıvrımlı olan kısımlarda ise daha sıska gözüküyordu. Koştukça duvar kağıdı kırışmaya başladı. Vücudunu sonsuza kadar sarmaya meyilli kağıdı niye üstüne giydirdiğini bir an olsun düşünmek için duraksamaya yeltense de, hızını alamayan ayaklarına gönülsüz emri havada kaldı.

duvar kağıdı
Ağaç gövdesinin dibinde biten yapraklar sırayla geri döndü. İlk denemede düştüğü dalı şaşırsa da zamanla koptuğu uçlara sarılan yapraklar yeni damarlar bile edindi kendine. Öncekinden daha dik bir yağmur başladı. Neredeyse bütün yapraklar en az üç yerinden delindi. Su alan bir tekne gibi çaresiz kalmış gövde ikinci baharından olmaya çok yakındı. Yağmur dinmeyi bilirken yapraklar yine zemini boyladı.

gök
Boynuna hareket kazandıranların tanışmayı adımladıkları bir çaba bu: Mavi, griye hırsını geçirip kendini var etmeye adamış bir ton bulma çabasında... ne güneşin buluttan haberi var, ne de yağmurun olası çamurdan. Ufukta sonlanan sonsuz yüzü; göğün dilinden anlamayanlara sırtını çevirip, haline siyah bir perde gerdi.

adam
Üzerine yapışan duvar kağıdının içinde eridi, bitti. Ormanın sığlığında kendine yer edinme dürtüsünde yeni kararlara dikti gözünü. Yerini yadırgayan yaprakları yuvalarına iade etme fikrini öteledi. Dalları gövdelerinden ayırıp zeminde duraksayan yapraklara sunmaya yeltendi. Farkında olup önemsemediği peşindeki perdenin yaklaştıkça büyüyen cüssesi yeni bir aldanma gibi durdu zihninde. Bekleyip görmek zamana hükmetmek sayılmazdı. Zamandan çalmak için de ani bir plana ihtiyacı vardı. 

perde
Kornişlerinden kurtulmuş örtmekten yorgun bir kadife perde. İçeridekini göstermemek için keşfedilmiş, belli. İçine gizlediği rüzgarla harekete bel bağladığı yolculuğuna adamı ortak etme çabasında, besbelli. Yağmuru yedikçe ağırlaşan adama diz çöküp, gününü kurtarmaya çalışan bir dilenci gibi dadandı perde. Gövdelerin arasında iz sürerken ilk kez bu kadar uzun gözüktü, bu sefer sadece inatçıydı.

orman
Yeniden oluşmak ya da yer değiştirmek için ihtiyaç duyulan şey iddialı bir felaket. Kimin olduğu belli olmayan yapraklar ardışık rüzgarlarla havada oynaşıp her seferinde başka gövde diplerinde bitti. Yere saplanan dallar boy veren gövdelerin suyun dışında kalan kısmı gibi, adamın kolaçan ettiği perdenin kopuşuyla aklanan gök yeni günler için yeni aydınlıklar sunuyordu. Güneşe emanet ağaç güruhunda yeni şeyler olması için adamdan medet ummak gibisi yoktu.

perde
Adama asılmak, onu örtmek. İçine gömdüğü rüzgardan güç alıp şişip durdu. Güneşin aydınlattığı kısımlarda siyahlığını yitirip solan kadife teni, perdenin hacminden çalsa da adamı sarıp sarmalayacak kadar söz sahibi genişlikteydi. Tedbirli platonik tavrından beslenirken havada asılı kaldı birden. Adama sarılıp sahiplenmekten çok kendini teslim etmek istedi. Rüzgarı aradı, yitirdi ve dindi.

adam
Gözünü alan güneşten bakışını kurtarıp ayağının dibinde biten perdeye sapladı. Ormanın içinde, ağaçların yanında, yeni bir gövde gibi yere saplanmıştı. Hareketsiz öylece duran perdeyi oracıkta bırakıp; tenine gerdiği, daha sonra kendini içinde bulduğu duvar kağıdından kurtulmak için bir hareket bekledi. Sadece nefes alışverişi duyuluyordu, hala var idi.

Thursday, August 30, 2012

netame

tepe
Ağır ilerleyen sürünün sonunda; rastgele savurduğu yamuk yılık sopasıyla yolunu bulmaya çalışan çobanın gözlerinden akan yorgunluk, bu bitemeyen günün yönünü değiştirdi. Sırtındaki kamburdan sıyrılıp kurumuş otların arasından gördü şehri. O şehri en son; sürüyü yolda bırakan köpeğinin gidişiyle tatmıştı. Otların yönünü belirleyen rüzgarı arkasına alıp yeni bir sürü edinmekteydi aklı. Güneşin önüne geçen bulut, sürünün konuk olduğu koca çınarın gölgesini anlamsız kıldı. İki yerden kırık sopasını gerilmeden sürünün ortasına birden fırlattı. Kaçışan hayvanlara eşlik eden sopa yere düştüğünde artık üç parçaydı. Sürü ve sopa ilk defa bu kadar birbirinden kopuk gözüküyordu. Sürüyü yalnız bırakıp şehir yolunda kararlı adımlar edinen çoban, onu terk eden köpeği gibi arkasına bakmadan sadece yürüdü.

şehir
Duvarda birikmiş gibi duran kötü sıralanmış resimlerin karşısında gözlerini kısıp bağırdı çoban, 'bu resimlerde hiç hayvan yok'. Atlamadan, her resmin önünde yoklama yaparcasına resmedilenlerin kimliğini çıkarıp bir kez daha bağırdı, 'hayvanlar nerede?'. Eline tutturulan şaraptan bir yudum aldı. Refleksvari bir bakış attı damağındaki tadın görüntüsüne. Ağzından kurtulan bir damla, daha sonra çenesinden sıyrılıp gömleğinde leke olacaktı. Uzaktan seçebildiği kadar ilgisini çeken bir resim çobanı yanına çağırdı. Rakursiye uğramış küçük bir kız, kucağında bir çoban köpeği taşıyordu. Bu sulu boyaya malzeme olan iki figürün karşısında kendini tutamayan çobanın, resmin içine girme telaşı; sergi salonunda yeni bir ilham kaynağı gibi duruyordu.

resim
Birbiri içinde yayılıp kaybolan renkler, çoban köpeğini içine sokmuş bir kızın sırt üstü rüyası gibiydi. Kızın göğsünde eriyen köpek, koyu tonlarıyla resimde kalmayı başarırken; ayaklarının altındaki kir, bu küçük kızın köpeğin peşinden ne kadar koşturduğunu ispiyonluyordu.

çoban
Elindeki kadehin boşaldığını, dudağına değmeyen şarapla kadehi ağzına götürdüğünde anladı. Avcunun içinde kaybolan kadehe, resimden kopardığı bakışını boşalttı. Köpeğin resmin içinde kaybolmasına izin vermedi ve başını kaldırdığı gibi gözlerini kızın üstüne dikti. Roller değişmişti artık. Sürüsüne göz kulak olan köpeğin yerini şimdi kızı koruyan çoban almıştı. Rengi solmuş gömleğindeki şarap lekesi kurumayı başardığında, kendisine uzatılan yeni şaraptan yine hakiki bir yudum çaldı.

kız
Kaynamaya başlayan sütün yüzeyinde biriken kaymak gibi kırışıktı parmak uçları. Saç telleri rüzgara aldanıp  yer çekimine dil çıkartır cinsten havada asılı kalmıştı sanki. Israrlı bakışlarının altında çobanı kolaçan eden bir tavır olsa da, kucağında zor tutabildiği köpeğin olası bir kaçışına engel, dikmişti gözlerini üstüne. Resmi bir arada tutan çıta; iki kısa iki uzun kenar bir dünyanın duvara çivilenmiş yüzü gibi rengi soluk, yere yığılmış ama gözlerinde biriken güç gösterisinin sınırlarına alet olmamış bir kızın kadınlığını çağırmasına engeldi.

şarap
Yüksek tavanlı odayı içbükey bir yansımayla yanıltırken, kadraja giren çobanın yudumlarıyla ömrü bir hayli kısalıyordu. 

köpek
Sürüyü özlemediği besbelliydi. Kızın kucağında boş verdiği hayatıyla onu izleyen çobana yeni yaşam formülleri sunar gibi kaçamak bakışlar atıyordu. 

ressam
Resmin sağ alt köşesinde görünür oldu imzası. Rakursiden kurtulamayan kızın devamıymış gibi uzanan fırça darbesi gelişi güzel dalgaların kıyıya vurup tekrar dalga halini alması gibi bir sağa bir sola kendine yer ararcasına salınıyordu. 

Boya bitmese; belli belirsiz, eli havada kalmış bir adam görünecekti ufukta .







Thursday, December 08, 2011

renklerin şarkısı

Vagon, ikiye ayrılmışçasına karşılıklı koltuklara sahipti. Hangi tarafın ters gideceğini belli eden düdük çaldıktan sonra, 'oh' larla 'of' çekenlerin sayısı neredeyse aynı gözüküyordu. 'of' lardan birinde küçük de olsa payı olan çocuk, ters giden trenin kabahatlisi olarak babasını suçlarcasına ona baktı. 'ama biz daha önce varacağız' dercesine adam, çocuğun başını okşayarak, koltuğuna yerleşmeye çalıştı. Oturduğu andaki rahatlığını garipsedi birden. Rahatlığından ödün vermemek için başta umursamadığı, yukarıdaki bölmeden sarkan valizin askısını hafifçe doğrularak düzeltti. O rahatlığı tekrar yakalayamayacağını az çok kestirse de bu denli rahatsız olacağını da tahmin etmiyordu. Neyse ki bu ana, çocuğun valizden oyuncağını istemesi denk geldi. Daha sonra bir kaç kez daha çocuğun isteğini yerine getirecek, valizle olan ilişki sonralarında koltuktaki yerleşkesinin istemsiz olarak rahatlık sıralamasına yeltenecek ama hiç biri ilk oturuşundaki rahatlık kadar olmayacaktı.
Ayağının yere değmesine en az 5 yıl, ön koltuğun arka alt kısmında ayağı yerden kesmeye yarayan aparata ulaşmasına ise 8 yıl olan çocuk; pencere kenarı tercihini hak edercesine trenin geçtiği her yerde, bakılmadık hiç bir şey bırakmamıştı. Bu değişken manzaranın gediklisi olmayı çoktan başaran çocuğun algı merkezini daha sonra, ön koltuğun sırtına yerleştirilmiş açılabilen portatif tepsi kaplayacaktı.
Satılık ilanını asalı 8 ay olmasına rağmen hiç rağbet görmeyen 'Keskin Market' in talihi, o gün ilk taliplisini haber verircesine vagonda melodi sesiyle yankılandı. 'Alo' diye açmasına rağmen, yabancı bir numara gördüğünden, 'efendim' diye karşıladı adam karşıdakini. Daha sonra bu kelime belki de ona şans getirecekti. Söze satılık ilanından girince karşıdaki, ters koltuğun getirisi 'of', yerini 'oh' a bıraktı. Ama çocuğun 'of' u hala duruyordu.
Gün geçtikçe elde kalan marketin satılamamasının nedenleri üstünde durup, yeni yollar deneyen karı-koca; satılık yazısının renginden yazı karakterine, italik tercihinden fontuna kadar bir çok kez ilanı söküp yenisini asmıştı. En son ilanda rengi kırmızıya çevirmiş, italiği düzeltip, her harfin arasında 2 harf boşluğu bırakarak 's a t ı l ı k' yazısını küçük harflerle denemişlerdi. Sağ altta yer alan 'Bekir KESKİN: 05432109876' yazısını ise olduğu gibi sol alta geçirmişlerdi. Kadının, 'Bekir' yerine 'Suzan' ı deneme teklifi ise; adamın, 'ilanlarda hiç kadın ismi gördün mü sen?' cevabından sonra geri çevrilmişti. Oysa market kadının üstüneydi.
Telefonu kapattıktan sonra söylenmedik şey kaldı mı diye düşünmeye başladı adam. Rafların yeni takıldığı, arkada küçük bir depo oluşu, 40 metrekare ama kullanışlı, duvarların yeni boyandığı (kadının seçimi, füme), aydınlık ve ferah, ferforjeli, 27 bin lira. Söylemeye çekindiği şeyleri de günah çıkarır gibi hızlıca aklına getirdi. Rutubet, gürültü yapan üst komşu, karısının '20 bin bile etmez' sözü, depoda ölü buldukları fare. Geçen 8 ayın varlığı bindi birden içine. 8 kendini birden devirdi ve sonsuzluk işareti gibi büyürcesine adamın içinde genişledi. 'Ne yani, gayet iyi işte. müşterisi de boldu. bol muydu? en azından gelenler vardı. arka sokaktaki market açılana kadar iyiydi işte. O selde su basmasaydı depoyu...'
Telefonun ekranında onu arayan kişinin numarasına bakarken buldu kendini. Numaraya bir isim vererek rehbere eklemek istedi ama ismini sormayı unutmuştu. En azından adamın isminden alıcı olup olmayacağını anlayabilirdi. İsmini sorma bahanesiyle tekrar arayıp söze neyle başlayabileceği üstünde durdu. Geçerli bir başlangıç bulamayınca bu isimsiz potansiyel alıcının numarasını gelen aramalarda öylece bırakıverdi. Belki de gereksiz bir meraktı ismi. Hangi erkek ismi satın almaya meyilli olabilirdi ki?
Telefonu aynı melodiyle yine çaldı. Ekrandaki numara da aynıydı. Bu sefer alo dedi ve buyrunu ekledi hızlıca. Karşıdaki ses isteklerini sıraladı. 'Marketi ne zaman görebilirim?, pazarlık payı var mı?, apartmandan memnun musunuz?'. Cevapları çok kolaydı ama önce ismini öğrendi. 'Suat Bey, ben şu an yoldayım yarım saat sonra orada olurum. Gelince hem pazarlık eder hem de apartmanı ve market hakkında uzunca konuşuruz.' Numara, Suat Bey karşılığında; rehberde, karısı Suzan'ın üstünde kendine yer buldu. Rehberde karısına rastlamak müjdeli haberi vermeye yetmedi. 8 aylık bir süreçten sonra gelen sesin, marketin yeni sahibinin sesi olabilirliliği üstündeki umutlarını, karısının karamsar ve kötü ses tonuyla kaybetmek istemedi.
Anons, 5 dakika sonra trenin yolculuğunun biteceğini müjdelemişti. Doğru duyup duymadığını onaylatır cinsten babasına gülümseyerek baktı çocuk. Artık onun da bir 'oh' u vardı. Renklerin şarkısını söylemeye başladı hemen. Ne zaman mutlu olsa aynı şarkıyı dillendiriyordu. 'Kırmızııı yeşil yeşil maaavi'. Baba 'Keskin Market' in kaderi hakkındaki hayallerini bölmeden istemsizce şarkıya eşlik etti. İkisi de, önlerindeki yere paralel duran tepsilerde ritm tutarak renklerin şarkısını söylüyordu. 'Kırmızııı yeşil yeşil maaavi...'

Saturday, September 17, 2011

kalan

Yastıktan doğrulan başıyla sırt üstü devam etti derin uykusuna kadın. Adam, yorulan uykusuna eşlik edercesine fal taşı gözleriyle hayranlıkla bakakaldı bu balçık manzaraya. Yanağında yastıktan kalma ördek izi belirdi kadının. Dudağının biraz çaprazındaki ben, yanağındaki ördek izinin gözü olmaya çoktan yetmişti. Ağzından akan salyaya denk gelen ördeğin ağzı daha belirgin, kuyruğuna doğru ise daha silik bir iz hakimdi. Ördeğin sınırlarında elini gezdirdi adam. Zaman hep ilaç gibi soyunsa da rolüne, o gece kadının yanağından ördek izinin gitmesini hiç istemedi adam.
Ördeğin yavrularını kadının yanağının geri kalanında aradı, bahaneyle saçlarına dokundu, kadının gıkı çıkmadı. Saçlarının köklerinde ev sahipliğine soyundu bir nevi ve ördeğin yolculuğuna imrendi adam. Beninde gezdirdi parmağını ördeğin gözünü kapatırcasına. Ağzındaki salya dinerken gözünden istemsiz bir damla düşüverdi kadının. İzin verdi nerede biteceğini görmek için ve ördeği unuttuğu aklına geldi.
Yastıktan kalma izler yanağında silinmeye çalışırken, ördekten eser kalmadığına inandı birden. Kadının yanağından geri kalanına, vücudunu kolaçan edercesine öyle bir bakındı. Geri dönüşünde, başının bittiği yerde, yastığın desenine ilişti gözü adamın. Kadının başına yanaşan ördek ve yavruları donakalmış; sabahın olmasını, kadının uyanmasını beklermişçesine adama bakıyorlardı. İşaret parmağıyla ördeklere sus işareti yaptı adam.
İkisinin de başları aynı yastıktaydı ve son yavrunun kendi yanağında bittiğinin farkında değildi adam. Ördeğin, kadının yanağında yeni bir iz için zaman kolladığına inandırırken kendini uyuyakaldı ve uyandığında; kadının olmadığı kısmında yastığın, ördekleri karşılayan ağzı açık vahşi bir balıkla karşılaştı. Kadın, ördekleri ona emanet ettiğini söylemeden adam uyurken gitmişti. Geriye balıkla ördeğin arasında sıkışmış; kadının, izini kaybettirmeyi başaramayan, kuruyunca leke yapan göz yaşı kalmıştı sadece.
Yastıktan, yanağında son yavru ördekle ayrıldı adam ve vahşi balıktan kurtulduğunu adama bir türlü inandıramadı ördek, izi daha silinmemişken.

Friday, September 09, 2011

gölgede

Kabul görür bir sıcaklık değildi. Şemsiyenin yere düşen gölgesine sığdırmaya çalışırken kendisini yorgun düştü adam. Şemsiyenin yırtık yerlerinden sızan güneş parçaları vakit değiştikçe vücudun başka yerlerinde bitiyordu. Boynunda başlamıştı mesela, sonra omzuna kaydı, en son da kuma gömmeyi yeğlediği elinde bitti. Gerektiğinde kambur durdu ya da uzuvlarının ağrımasına gıkını çıkarmadan kaçabildiği kadar saklandı güneşten. Önünde uzanmış denize olan uzaklığını ölçerken, koşar adım ayak tabanlarının kaynama derecesini de göz önüne alarak abarttı biraz. Yıllar sonra görülen bir eşe sarılma anını düşleyip gözünde büyüyen deniz uzaklığını bu sefer sıfıra indirdi. Bu gidip gelen eşittir işareti baş döndürücü bir kaygan zemini andırıyordu. Olası karar verme anına göz kırpan adam, gidip geldiği gitme ve kalma fikirlerinin çoktan gediklisi olmuştu. Şemsiyeyi yanında götürme düşüncesi başlamadan bitti. Deniz, taşıdığı mutlu insan sesleriyle ağır basmaya başladığında telefonu çaldı. Kızıydı.

- Annemi versene baba?
- Bana söyle, denizde annen.
- Annemi ver, sen anlamazsın.
- Denizden çıkınca o seni arar.
- Çağır gelsin işte, çok önemli...

Doğruldu. Şemsiyenin gölgesinden koptuğunda, kendi gölgesi dikkatini çekti. Koşarak kısa dalgaların vurduğu ıslak kuma geldi. Karısını denizde ararken eli alnındaydı. Başlarını henüz sokmamış kadınların arasından seçebildi eşini ve alnındaki eliyle gel işareti yaptı. Ellerini iki yana açarak kadın, 'ne var?' dedi. Adam diğer elini kullanarak telefonu gösterdi. Eliyle bir işareti yaparak koşmayı denedi kadın. Ona eşlik eden koşusunun ürünü köpüklerle kocasının yanında bitti. Elini beline, diğer eliyle telefonu karısının kulağına götürdü adam, kısa sürer umuduyla. Gölgesinden olan babanın anlayamayıp da annenin anladığı durumu merak ettirmeyecek kadar sıcaktı.

- Sınav için konu anlatımlı mı yoksa soru bankası gibi bir kitap mı alayım?
- Konu anlatımlı al. Ne biliyim...
- Ama soru bankasında daha çok soru var.
- Soru bankası al o zaman.
- Ama onda konuyu anlatmıyor.
- Konuyu bilmeden soruları çözemezsin değil mi?. Konu anlatımlı al.
- İkisini de mi alsam acaba?
- Al kızım ne istiyorsan.

Adamın merakını gidermeden başlarını hala suya sokmamış kadınların yanına gitti karısı. Telefona baktığında görüşme sona erdi yazıyordu. Ayak bileğindeydi su ve o yokken şemsiyenin gölgesi az da olsa yine yer değiştirmişti.

Tuesday, April 19, 2011

bilinmeyen yolculuk oyunu

Sol eliyle tuttuğu gazetenin baş sayfasındaki manşete kitlenmiş gözlerine itaat eden beyni, dipteki yoğurdu homojen bir hale getirme telaşındaki diğer eline söz geçiremeyince, bir dakika boyunca başı dönen ayranın sesi; trenin, rayları ezerken çıkardığı gürültüye alıcı gözüyle bakmasına neden olmuştu. Kuru kuru gitmeyen simidinin her lokmasında, çiğneme aşamasında henüz, ağzına doldurduğu ayranın kutusuna istemsiz bıraktığı susamların sayısı, gazete sayfalarını beceriksizce çeviren tek elin sayfa aralarına bıraktığı susamlarla baş ölçüşür cinstendi. Bakire kızların bir hafta önceden alınmış tekli koltuklarıyla yaptıkları bu yolculuklara, ayaklarının dibine konumlandırdıkları simsiyah valizleri de katılıyordu. Bu dip dibe, korkak ve alışılmış korunma telaşı; yer yokluğundan karnına doğru mecburi çektiği bacaklarıyla daha sonra ona haklı bir ağrı hediye edecekti.
Kitabın isminin yazılı olduğu tarafa zıt, sayfaların kalınlığının olduğu kısma; yeterince görünür kılmak için üstünden defalarca geçtiği anlaşılan kendi ismini yazdığı kitabın üstündeki sofrayı gazete tutmayan eliyle kaldırdı. Kitabına kaldığı yerden devam etmek için aralarken, harfler bir anda şekil değiştirdi. Kitapla yeni tanışanlar için kızın ismini öğrenmek hayli zorlaşmıştı artık. Kitabın kapanmasını beklemek, ismini sorup kızdan cevap beklemekten daha kolay görünüyordu. Unuttuğu ya da hatırlamak için ara ara geriye dönüşlerinde, sayfaları çevirirken kitabın kalınlığı hem artıyor, hem de kitabı tutan kızın ismi hakkında ip uçları ediniliyordu. Bu hızlı devinim sayesinde isminin beş harften oluştuğu neredeyse ortaya çıkmıştı. Alfabenin içinden, kitabın kalınlığına yedirilmiş bu beş harfi çekip çıkarmak, bir tren yolculuğunda vakit öldürmek için oynanabilecek en iyi oyunlar arasında olmayabilir ama merak, bütün albenisiyle vagonu çoktan kaplamıştı.
Koridor kalınlığındaki arabasının peşinden, vagon boyunca sinek avlayan yemekli vagon garsonu bile kitap ancak tamamen kapanınca orataya çıkacak olan bu ismi öğrenme gayretinden ödün vermiyordu. Merakını gideremeyen garson; arabasındakileri tanıtan lüzumsuz konuşmasına bakire kızın önünden geçerken bariz bir şekilde ara veriyor, yavaşlayan ayaklarına, öne doğru eğilip kitaba yönelen bakışlarını da ekliyordu. Ortaya bir ödül konsa ancak bu kadar bir gerileme sahiplenirdi vagon.
Kızın her sayfa çevirişi ismin boyunu kısaltması anlamına geliyordu. Umudunu yitiren yolcular, başka yollardan kızın ismini öğrenme çabasına girme konusunda kararsız, ineceği durağı kestiremeyip ondan önce inmeyi akıllarının ucundan bile geçirmezken, bunu bir inada dönüştürüp kızın durağında inerek kitabı elinden çekip almaya niyetlenen bakışlara bile sahiplenmişlerdi. İneceği yeri ve ismini ifşa eden biletin cüzdana girdiğini görenler ise kızın tuvalete gidebilme olasılığı üstünde duruyordu. Tekli koltuk üstünde iki büklüm anne karnındaki cenini anımsatan duruşunu bozmaya meyilli gözükmeyen kız, kafasını kitaba gömdüğünden beri bütün hayati fonksiyonlarını dondurmuş gibiydi. Olası bir ihtiyaç molasında oluşacak hengameden haberi olmayan temizlik görevlisi vagona geldiğinde, kızın önünden geçerken eğilip simide paket olan kağıdı ve ayran kutusunu alıp büyük çöp poşedine gelişi güzel attı. Farkında olmadan kızın ismini görebileceği üstünde duran bazı yolcular görevliyi çevirip sorgulamaktan son anda vazgeçti. Ardı ardına anons edilen duraklar, yenilgiyi kabul edip bu boş beleş oyundan kurtulan oyuncularla vagondaki sayıyı azaltıyordu ama yolculuğun sonu yaklaşırken bu belirsiz ve bir türlü çözülemeyen ismin yarattığı gerilim hiç azalmıyordu.
Bir ara kızın başı düştü. Uyuklar gibi gözlerini kapatıp omzuna yetişmeye çalışan başını kaldıramayınca elindeki kitabı da taşıyamaz hale geldi. Vagondaki az yolcunun bu yorgunluğa tepkisi irkilmeyle oldu. Elinden kayarken kitap, kızın imdadına ineceği durağı anons eden kadın yetişti. Bu durakta inecek yolcuların hazırlanmalarını ve vagonda eşyalarını unutmamalarını hatırlatan anons oldukça manidardı. Oyunun sonu kızın durakta inişiyle gelmek üzereyken, anons mağduru yolcular son bir umut olarak kızın hazırlanma evresine bel bağlamış bir şekilde pür dikkat kesilmişlerdi. Önündeki valizden ayaklarını kurtardı. Ağrı eşliğinde yavaşça koltuğundan kalktı ve elindeki kitabı kapatarak koltuğun üstüne koydu. Vagona dönük tarafında kitabın adı yazıyordu. Pencere tarafında kalan kızın ismi hala bir sırdı. Askıdan siyah montunu aldı. Kolunu yanlış sokunca kızın dalgınlığından medet uman yolcular, kitabı kendi isminin yazılı olduğu taraftan tutup valizine koyunca iyice yıkıldı. Montunu tekrar giydi ve göz gezdirdiği koltuğunda bir şey unutup unutmadığını kontrol ettikten sonra valizini sürmeye başladı. Kızı bakışlarıyla yolcu eden yolculara yemekli vagondan garson da eşlik ediyordu.
İstasyonda ağır aksak yürüyen kızı karşılamaya kimse gelmemişti.

Tuesday, June 15, 2010

şeylerin içi

Koşusu kadının çıplak, gözlüklü ama bakmaz.
Kar başlarken ilk, ayakları üşüdü. Kar topunu eritecek kadar göğüs uçları sivrildi. Koşan adımlarını büyüttü. Daha çok, aç bir kurttan kaçan seken bir ceylanı andırıyordu hali. Bacak kasları kendini belli etmeye başlamıştı. Bu bir yorgunluk belirtisiydi. Şehir asla yorulmadı. Kendini diğerine bağlayan kaldırımlar bu çıplak koşuya her daim eşlik etmeye niyetliydi. Bükülüp avuç içleriyle dizlerini kavrasa, biraz soluklanıp yoluna devam etse olurdu. Denemeden hızını korudu. Sokakları dönüyor, görürcesine önüne çıkan engellerin üstesinden geliyordu. Nereye gittiğini merak edenlerden bazıları takip etmeye başladı bu asılsız koşuyu. Tek tük arkasında izini kaybeden peşindelik, silik bir meraka dönüşmekteydi. Biri daha vazgeçince geriye yalnız bir merak kaldı. Soğuk havanın aksine koştukça ısınmaya başlayan bedeni, üstündekileri de atmaya başladı ve en az önündeki kadın kadar çıplak kaldı adam.

Adamın gözleri açık, kadınınki değil. Kadında gözlük var, adamda yok.
Kadının yerden kaldırdığı karı bir kaç metre sonra adam da kaldırıyordu. Hiç yavaşlamadan aniden durdu kadın. Adam kendini alıştırdığı tempodan hemen vazgeçemedi ve sendeleyerek kadına sarılarak durabildi ancak. Tenine değenin çıplak bir insan teni olduğunu anladığı anda gözlerini yavaşça araladı kadın. Kapaklarından kurtulan gözün yavaş yavaş belirişi, adamın merakını giderecek cinsten cevap niteliğindeydi ama yanıt bulamadı. Gözlüğünün arkasından görünen kısmıyla adam çıplaktı. Kar tutmuştu. Kadın gözünü adamın üstünde gezdirirken gülümsedi. Bu memnuniyeti anlayamayan adam atıldı.

_ gözlerin kapalı koşuyordun.(çıplaklığı unuttu)

Kadın gülümsemesini korudu.

_ bilmek istemedim.
_ neyi?
_ işe yarayıp yaramadığını.
_ neyin?
_ gözlüğün.
_ evet gözlüğün de var ve gözlerin kapalı koşuyordun.(çıplaklığı aklına geldi)
_ şeylerin içini gösteren bir gözlük bu. sana baktığımda seni çıplak görüyorum. ben de çıplağım. bu gözlük şeylerin içini gösteriyor.
_ ben zaten çıplağım.
_ hayır değilsin.

Henüz kalkamadığı yerden, ani serzenişiyle kaçarak uzaklaşan kadını soluğu yavaşlayarak izledi. Yere değen yerleri adamın kırmızıdan beterdi. Gözlüklü ama gözleri kapalı bir kadının çıplak halde kar soğuğunda sokaklarca koşuşuna neden bulaştığını kestiremedi. Niye peşimdesin diye kadının soracağı bir soruya vereceği cevabı yokken, görmeden yolunu bulan bu koşunun marifeti ve nedeni, daha şüpheli bir merak unsuruydu. Uzaklaşan kadının gözlerini tekrar kapatıp kapatmadığını merak etti. Gücünü toplyabilse bu merakı gidermek için kaldığı yerden takibine devam edeceği besbelliydi.
Kadın, adamın üç-dört koşu adımı mesafesiyle arkasında bıraktığı birbirinden ayrı duran giysilerinin olduğu yere yaklaşırken yavaşlayarak durdu. Adam kadının gözlerini dönüş yolunda kapamadığını duruşundan anladığı anda derin bir oh çekmek yerine nefes aldı ve doğruldu. Kadın eğilerek yerden aldığı giysilerin adama ait olup olmadığı konusunda kendine yalan atacak kadar güçsüzdü. Adam bir sonraki adımından güç alarak yürümesini koşuya çevirdi. Yerde biriken kar, ayaklarının altında ezilirken garip sesler çıkarmaya başladı. Kadına yaklaştıkça sesler çoğaldı. Elinde biriken adamın giyseleriyle, yakalandığı kurttan kurtulmak için son çırpınışlarını yapmaya çalışan bir ceylan gibi kaçacak delik arıyordu. Gözlüğünü giysileri tutmadığı eliyle yavaşça çıkardı. Arkasında bıraktığı adamdan başka, etrafta kimse yoktu. Beyaza bürünen cadde manalaşıyordu. Başını çevirip, giysiler ona ait olmasın duasına bürünerek adama baktı. Koşan adamın çıplaklığı yaklaştıkça daha da belirginleşiyordu. Şeylerin içini göstermediği gerçeğine inanmaya başlamadan önce, kar tutan gözlük camını sildi ve yanında biten adamın peşi sıra ağzından çıkan soğuk soluğuna bakmak için gözlüğü tekrar gözüne taktı.

Wednesday, May 26, 2010

beklemek

Geceye kalan az ışığın varlığını belli ettiği bir odada, her cismin gölgesiyle var olmaya çalıştığını varsayarsak, dünya denen bu ahmaklığın sonuna kimin varıp varamayacağını bilen tek kişi O, yarattığı her şeyden bir tek istekte bulunuyordu. Kulluk.
Kıbleye dönük donuk gölgesi kendini ağırdan satan bir orospu gibi nazla odanın içinde yayılıyordu. Sağındaki iskemleden destek alıp doğrulmaya gönüllü bedeni, mutlak ve ebedi bir yardıma ihtiyaç susamış görünümlüydü. Kıldığı namazı adadığı biri vardı elbet, kaldı ki aldığı nefes bile geçiciyken, duaların hakimiyetinde sürdürdüğü anların varlık sebebi yine O idi. Baş örtüsünü düzeltirken işaret parmağı içeride kaldı. Hazır oradayken kaşıdı saçlarının arasından başını ve derisinden istemsiz yolduğu beyaz şey ile ayrıldı örtünün altından. Daha sonra o parmağı nerelerde kullanacağından habersiz yeleğinin cebindeki tespihe emanet etti parmağına refakat eden elini. Dudaklarının ivmesi bu sırada almış başını gitmiş, şekli ise okunduğu kadarıyla O' nun varlığını yüceltmeye meyilli gözükmekteydi. Cebinde amansız bir hareket sergileyen elin devinimi, tesbihin kaçlık olduğunu saklarken, kapalı gözleriyle bir buluşma anına bürünmüş yüzü, nurluğa ithaf ediliyordu.
Yerle uzun süre temas eden ayağının üstü, topuklara denk gelen poposunun alt kısmı ve yıllardır şifasına uğraş verdiği dizleri, bu uzun buluşma anından doğrulurken üreyen ağrıların önderleri haline gelmiş; daha sonra bunlara, dua sırasında kapadığı gözlerinin kararması, denge kaybı ve açık unuttuğu pencereye mal ettiği üşüme eklenmişti. Dışını saran bu yorgunluk ve ağrı kümesini bastırabilecek kadar huzurla doluydu içi. En ufak darbeyle yıkılabilir bedenini ayakta tutan tek şey, varlığının sebebi O' nun varlığıydı.
Yavaş yürümesinin nedeni olan karıncalaşmış ayaklarına baktı ve 'beni ayakta tutan şeyler' diye fısıldadı içinden. Odadan çıkmadan unuttuğunu hatırlayıp, geri dönerek pencereyi kapattı. Çoğu zaman, unuttuğu şeyi yapmak için geldiği yerde daha önce yapmayı unuttuğu şeyi görüp yaşlılığına söven kadın, pencereyi kapattıktan sonra etrafına bakındı. Bir tür dinlenme anı gibi kımıldamadan sadece başını çevirerek göz attığı odada unutulmuş bir şey olmadığına şaşırarak kendini beğendi. Duvarda büyüyen gölge, kadını daha iri gösteriyordu. Yeni doğan güneşe alıcı gözüyle baktı odadan çıkmadan. Kirişlere tutundu. Gözlerinin karanlığı yeni doğan gün gibi yavaşça ağarıyordu.
Çiçek desenli uzun eteğinin altından sarkarmış gibi gözüken boyuna çizgili pijamasına eşlik eden enine çizgili, dizlerine kadar çekili kahverengi çoraplarının bir ton açığı baş örtüsünün uzandığı yerde, yani göğsünde yaşayan siyah bir ipe emanet kutsal kitabı vardı. Ona dokundu. Aynadaki aksi, kadını tekrarladı. Diğer eliyle destek aldığı kapı eşiğinden görünen halini son zamanlarda sadece kendisi görüyordu. 'Teşekkür ederim...' diye fısıldadı içinden. Bu eve kimse gelmiyor, evden de kimse çıkmıyordu. Kadın kimseyi görmüyor, aynalar sayesinde kendinden haberi oluyordu. Adım adım yaklaştı. Aynaya ilişik yamuk duran duayı, kafasını kaşıdığı parmağıyla düzeltirken, yakını göremediğini hatırlayıp aynada belirsizleşen bulanık yüzünden kurtulmak için oradan ayrıldı. Evin içinde gideceği başka da bir yer yoktu. Günü selamladığı oda, ardından kendini selamladığı aynanın sahibi diğer oda. Daha da fazlasına ihtiyacı yoktu aslında. Açık unuttuğu pencereden sızmasını beklediği şey ile kapı eşiğinde kendine göz attığı anda arkasında belirmesini dilediği şey hep aynıydı. O.

Thursday, April 15, 2010

lalettayin bir gün

Ögle yemeğini bahane edip geçici kilit vurduğu berber dükkanından, yıllardır gitmediği kahveye nedensiz yere uğradı. Kovulurcasına kahveden ayrıldığı o gün; son oyununda, söz vermesine rağmen yine açık vermeyerek tedbirli oynayışı, daha sonra tavlanın yüzünü görememesine neden olmuştu. Terzi olan babasından kalma dükkanını aynı makaslarla on yıl önce berber dükkanına çevirmiş, o dükkanda edindiği simetri hastalığı nöbetler halinde kahvede tavla oynarken de kendini belli etmişti. Siyah pullar hep onundu. Baştan rakipleri tarafından uyarılsa da, her zarı hastalığına kurban ederek, sanki amaç pulları kendi bölgesine taşımak değil de üst üste bindirmekmiş gibi, dağıtmadan, açık vermeyerek oynuyordu. Ömrü uzayan oyunlar çekilmez olduğunda, dayanamadığı raddede rakip, gelişi güzel küfrüne bilediği elleriyle tavlayı dağıtıyordu elbet. Oysa berberin elinde değildi açık vermek. Aslında düzen onun en büyük rakibiydi ve her seferinde kendine yeniliyordu.
Simetri uğruna kovulduğu kahveye girer girmez, yıllar sonra ilk kez, yamuk duran, kapıda asılı 'açık' yazısını çaktırmadan düzeltti. Gözünü kaçırdığı yerde örtünün eşit dağılmadığı bir masa, üstünde yarı dolu ve boş iki bardak, çay kaşığının iki yerde bıraktığı koyulukları farklı iki iz ve masaya dayalı üç iskemleyle diğerlerinden ayrı duran sırtına ceket giydirilmiş başka bir iskemle daha vardı. Ceketin cebinden çıkabilen kısmıyla kağıt parçasındaki yamuk yazılmış notu gördüğünde başını çevirdi berber ve karşısında kollarını açmış birini buldu
.
Fedai Pavyon. Takımdan ayrı düz koşu yaparkan gece idmanında, mahallenin toprak sahasının köşe gönderinde yere yığılmıştı seneler evvel. Kaçakçılığın kanat adamıydı. Çalıştığı mafyaya aklısıra rest çekip tek tabanca takılmaya çalışırken iki kurşun üst üste vurulmuştu bacağından. Yığıldığı korner direğinin dibinde boş tribünlere can çekişmeyi oynamıştı. Ne maçı iptal edecek bir hakem vardı ortada, ne de kurşunun çizgiyi geçip geçmediğini gösterecek bir kayıt. Nüks eden hayatı kalıcı bir topallıkla hesabı kesmiş, toprak sahaya bıraktığı korku dolu kırmızı menşei bahşişle kalan ömrüne nam salmıştı.
Yıllara meydan okuyan, kaç hayatı sonlandırdığı belirsiz tetikleşen eliyle berberin omzunu sıktı. Bu bir özlem gösterisi gibi dursa da öbür hayatın ucundan dönen pavyon fedaisi için aslında bir pişmanlık mesaisiydi. Hiç sekmeden her güne bir leş bırakan Fedai, yıllar sonra gelen bu sarılmaya bir isim bulmaya çalışırken ağzındaki kurşunu çıkardı. Hoşgeldin! Hiç beklemediği bir anda seneler evvel kahveden yaka paça kovduğu berberin bir gün geri geleceğini katil aklıyla aslında hiç kestirememişti. Katillikten insanlığa terfi haliyle, umuduna zırh geçirmiş bir kalbe sahiplenen Fedai, birer birer kırdığı vazoların tamirine koyulmuştu. İlk parça ayağına gelmişti ve bu kaçırılmaz bir fırsattı onun için. Elindeki onlarca kırığı birleştirip, başka parçalardan da olsa, ayakta durabilecek bir vazoya yeni bir hayat sığdırmaktı aklındaki.
Sarılma sonlandığında Fedai ile tokalaştığı elini o andan kaçırırcasına ceketinin cebine soktu berber. Cebinde unuttuğu tarağa hızlıca çarptı eli. Tarağın dişlerine yalvarırcasına sürterek, parmaklarını temizlemeye çalıştı. Fedai,
berberin cebindeki görünür telaşı umursamadı. Aşağıdan başa, görüşü güzel süzdü. Her bir bakışı iz bırakırcasına rahatsız bir şekilde kabullendi berber ve Fedai bu izlekten bir tebessüm çıkardı. Özledim! Kendine, daha sonra berbere birer iskemle çekti. Berber, iskemlelerin çıkardığı sesten irkildiğini başarısızca sakladı. Kendini düzlüğe çıkarmak istercesine, hal hatır sormadan başladı anlatmaya Fedai kalan hayatının olası gidişatını. Pişman, sıkılmak, yeni, gerçekten, hayat, tavla, kahve, sen, ben... cümlelerinin içinde sıkça rastlandı. Berber kabarttığı kulaklarını indirirken tavla yıllar sonra yeniden açılıyordu.
İskemlenin ayaklarına doladığı ayakları yerden yüksekte, tavla masasının yeşil örtüsündeki delikle istemsiz oynayan sağ eline eşlik eden sol eli ise, içtiği sigaranın dudağına değen kısmıyla haşır neşir olmaktaydı berberin. Bu kısmi meşguliyet, onun için beklenmedik ama kahvedekiler için rutin hale gelmiş bir sesle bölündü. İrkilmeye gönüllü elleri uğraşından bu ani gürültüyle kurtulur kurtulmaz birbirine kavuşmuş, sarmaşık ayakları iskemleden kaçarcasına beton zemine konmuştu. Sesin sahibi olan bedenin gölgesi berberin ayaklarının ucuna kadar uzandı. 'Herkese benden düşeş!' cümlesi, gölgesi olmasa da çığlıkvari haliyle, kahvede ağırlığını çoktan ortaya koymuştu. Sese ait olan ağız ve uzantısı insanı merak eden hormonu salgılamasıyla başını sese doğru döndürmesi aynı ana denk geldi berberin. Daha sonra bu denklikten bir boyun ağrısı edinecekti.
Alicenap. Kahvenin gediklisi. Klostrofobik bir kör. Aldığı nefesi düşeşe yazdıran evsiz, kahve kahve dolaşıp 'herkese benden düşeş!' nidasıyla tavla masalarının yanına çektiği hayatının idareliğine soyunmuş eliyle, her defasında altı altıya meyilli bir tutuculuk gösterisi sunmaktaydı tavlabazlara.
Fedai yeni başlayan oyunun başından kalkarak kapıdaki Alicenap'ın yanına gitti. Masaya kadar uzanan gölgesi bu kör adamın gördüğü siyahlık kadar vardı. Dönüşünde koluna taktığı eli zar tutan körü berberle tanıştırmak için aralarına bir iskemle daha çekti. Sürtmediği için bu kez ses çıkmadı. Zar tutmayan elini berbere uzattı Alicenap. Tavlanın üstünde gerçekleşen bu tanışmayı Fedai alıcı gözüyle izlemeye koyuldu. Tavlada öylesine birbirinden ayrı duran iki zar aynı rakamın habercisiydi. Berber zarları alıp başlamak için Alicenap'ın eline sıkıştırdı. Yumruk yaptığı elinden zarların çıkışına izin verdi Alicenap. İki zar da onca dönüşten sonra aynı anda durdu ama başka rakamlar üstlendi üstünü. Düşeş! diye bağırırken Fedai, çaylar yeni gelmişti. Değiştiğini ve hayatını değiştirmek istediğini anlatan konuşmasından sonra Fedai' ye inanmaya başlayan berber, zarların başka rakamlarıyla düşeşin yalanını ortaya çıkarmasından sonra gelişigüzel yıkıldı. Alicenap' ın bu görünmez yeteneğine göz yumarcasına Fedai, çaktırma dercesine berbere göz kırptı. Açık kalan diğer gözüyle gülümsüyordu. Şekeri atmadan çayını karıştırmaya başlayan berber, elini cebine attı ve tarağın dişleriyle
alelade oyalanmaya koyuldu.

Sunday, February 07, 2010

sanrı

Arabamın sileceğiyle camın arasına sıkışmış yarı baygın balık; çırpınan kuyruğu, çekişen canı ve göz alırlılığını yitiren sayısız pullarına veda edercesine, öylece yatıyordu. Solumda kalan denize bakıp bir ip ucu bulmak istercesine çevirdiğim kafamı göğe kaldırmamla, camdaki hapsolmuş balığı hayatta tutabilecek yağmuru yüzümde hissettmem bir oldu. Can havliyle yağmuru yedikçe daha çok çırpınan balığa bakıp, kendi ayaklarıyla ayağıma gelemeyeceğini yağmur hızlanmadan anladım. Şaşkınlığım ve aceleciliğim yarış halinde, bilmeden etrafa attığım bakışlarımla en az arabamın camındaki balık kadar hayatta kalmaya çalışıyordum. Bakılmadık yer bırakmamacasına kendi etrafımda hızla bir kez daha döndüm. Bu suçta eli olabilecek kimseyi göremiyor, en azından seçemiyordum. Yağmurdan kaçan insanlar, bastıkları yerden kalkan su birikintileriyle daha da ağırlaşıyordu. Rengini koyulaştırdığı asfalt yolda yağmur trafiği çoktan yormuş, korna sesleri havada bir it dalışını sahneler gibiydi. Bedenime kıyafetimi yapıştıran, fırtınayı andıran hızlanan aynı yağmur, saçımı kafamın derisine kendini yedirmiş ve kafatasımın şeklini ele vermişti. Düzensiz solumama eşlik eden ağzımdan çıkan buhar beni takip ediyor, arabanın yanına vardığımda kesiliyordu. Parmağını emen yeni doğmuş bir bebek gibi uykuya dalmış balık, camdan seken yağmur ve ölümle hafifleşen haliyle silecekten kurtulmuş, kaportanın üstünde yağmur ne tarafta ağır basarsa oranın aksine kendiliğinden dönüyordu. Balığın tanık olduğum kısa ömrünü anlatan hayat çizgisi, sanki gövdesinin ortasından enlemesine geçiyordu. Sileceğin cama sıkıştırdığı balığın otopsi raporunu, susuz kaldığı için değil de bu işkenceyle öldüğünü aklımdan yazar gibiydim. Arabamın yataklık ettiği bu ölümü engelleyebilir miyim sualine bürünürken, suçlarcasına kendimi, ilk kez olmasa da ölü bir balık görüşüm, böylesine garip, cinayetvari duruma tanıklığım ve bu garip vakanın neden içinde oluşum salt bir meraka dönüşmüştü.
Bir karışı geçmeyen büyüklükteki ölü balığı elime aldım. Nefesini kesen, sileceğin basıncıyla oluşan, balığın gövdesindeki çizgiyi diğer elimin işaret parmağıyla gezdim. Parmaklarımı kıvırıp avcumda ona geçici bir mezar yaptım. Sonra kalbim büyüklüğündeki bu mezardan taşan balığın başına takıldı gözüm. Denize terk edilmiş bir şarap şişesinden, okyanus aşırı yolculuğu sonunda kurtulan notun, bir balığın ağzında beni bulma olasılığı; balığın ağzından sarkan, mürekkebi dağılmış ve yüzüne bulaşan yazıyı okumaya çalışırken gittikçe azalıyordu. Silecekten sonra, soluğu kesecek bir kağıt parçası ölüm nedenini ikilemişti. En azından bu iki işi yapanın aynı el olduğuna emindim. Elimde maktül ve okunmayan bir not, katili umutsuzca aramaya koyuldum. Yağmur yeni dinmişti. Adımsız, kendi etrafımda, dönüşü güzel dolanarak bakınmama, avcumdan katilini merak eden bir ölünün görmez bakışları da ekleniyordu. Denize kaydı gözüm. Sonra tekrar yola, kaldırımlara baktım. Henüz kurumayan insanlar hala ıslak olan yollarına kaldıkları yerden devam edercesine yürüyor, bense arabamın önünde; silecekte can veren ölü bir balık ve balığın ağzında, kimden olduğunu ve ne yazdığını bilmediğim bir notla dikiliyordum. Etrafta ne kendini ele veren bir katil ne de kağıtta yazanları bilen biri vardı. Denize, balığı fırlatabilecek kadar uzaklıktaydım. Aynı mesafe neredeyse, evimle durduğum yer arasındakiyle aynıydı. Hiç bir şey olmamış gibi balığı denize geri postalayabilir, elimdeki kağıdı çöp yapar, onu tekmeledeğim adımıma güvenip ne için dışarıya çıktığımı unutup eve dönebilirdim.
Düşündüğümden daha uzağa fırlattım balığı. Elime bulaşan pulları temizledim ve beni izleyenin olmadığına emin olmak için sağıma soluma bakındım. Karşı kaldırımı atladığımı anladım. Tanımadığım ama beklediğim bakışların içime battığını hissettiğim anda buz kestim. Beni en başından beri izlercesine olan biteni biliyor ve her şeyin sorumlusu benmişim hissini verir gibi izlemeye devam ediyordu karşı kaldırımdaki. Bir sonraki hareketim, en masum olan beni katil yapabilir düşüncesine sevk eden dikkatimle, belirsizleşiyordu. Elimi temizlerken pullarla beraber düşen kağıt parçası ayağımın dibinde, harflerini ıslaklıkla kaybeden yazının akmış mor rengi elimde duruyordu. Suç üstü yakalanan bir hırsız gibi ellerimi yukarıya kaldırmaya gönüllü bir titremeye sahiplendim. Bunda, önce çiseleyen sonra fırtınaya dönen ve ardından dinen yağmurun rüzgarla birleşip beni üşütmesinin rolü elbette yoktu. Kendimi, arabanın sileceğine balığı koyanın ben olduğumu inandırmaya çalışırken yakaladım. Teslim bayrağını çeker gibiydim. Şarap şişesine değil, rastgele seçilmiş bir balığın ağzına gizlediğim notu, ne aşırı bilmediğim yolculuğu sonrasında niye kendime göndermek isteyeceğimi anlamaya çalışırken diz çökmüş ruhum yerinden oynadı. Kıpırdayan lekeli parmaklarımla işaret ederek arabamı, karşı kaldırımdakine doğru her önceki adımımdan güç alırcasına büyüyerek yaklaştım. Balığa yaptığım avuç mezarı yumruğa dönüştürüp beni alıcı gözüyle izleyen kaldırımdaki kıza hırsımı yedirir, onu da denize, balığın yanına yollayabilirdim. Çift şeritli yolu enlemesine kat edip hazırladığım yumruğu muzurluk sahibi katil sandığım küçük kıza nakletme isteğimi bariz belli edişim ve öfke kusarak önünde bitmem, onu o kadar korkutmuş olacak ki; beni izlerken emdiği baş parmağını korkuyla ısırması sonucu içeride biriken kan, şaşkınlık ibaresi açılan ağzından dökülmeye başladı. Kanın hacmi, fırlattığım balığın denizden taşırdığı suyun hacmine yaklaşır cinsten, rengi de elimdeki mürekkepten bozma moru kırmızıya çevirmeye niyetliydi. Donakalmış küçük kızı kucağıma aldığımda, kızın ağzından boşalmayı bitirebilen kan, bu güne özel bir leke bırakmayı çoktan başarmıştı. Tek tanığı katil bellemem, bu küçük masum kıza pahalıya patlamış gözükürken, ağzından zorla çekebildiğim parmağındaki azı dişi izi, balığın gövdesindeki izi andırıyordu. Pulsuz, enine değil derinlemesine, rengi başka, ama iz neredeyse aynıydı. Kızın bu çizgiyle baş edebilir bir yaşta olmasına duacı halim, yeni bir ölüm tanıklılığına hazır değildi elbet. Ağzından kurtardığım delik parmağını balığa yaptığım mezar avcuma yerleştirdim. Avcumdan taşan kısmı parmağın, kızın kendisiydi. Kandan kurtulan azı dişi, beyaz yüzünü gösterircesine sivri ucuyla parlıyordu. Gözümü alan bu olası azılı katilden bakışımı kaçırdığımda, denize fırlattığım ölü balığı suyun yüzeyinde yan yatmış gördüm. Denizin dibine dönük tarafında olabileceğini hesaplamadan, yan yatmış ölü balığın çizgisinin kaybolmuş olmasına, yeni bir hayata demir atarmış gibi, anlamsızca sevindim. Kucağımda balığın katili dediğim yarı baygın kız, denizin üstünde sıfırladığı hayatıyla ölü bir balık ve kızın diş geçirdiği baş parmağındaki derin yaranın kendini yenilemesini bekleyen bir ben. Her birimiz için kaldığımız yerden hayatımıza devam etmemize engel nedenler oluşmuştu ve hiçbirimiz, buna hazır değildik.

Monday, December 14, 2009

foya

Annemin, "babalık, dokunarak öğrenilir" salatasıyla ilk kez kucağına düştüğüm adamı baba yapan bendim. Babamın benim sayemde öğrendiğini bana satma yaşına geldiğimde ise denizin ortasında yalnız değildim elbet. Bir kaç adım sonrası kucaktaki halimle kuşbakışı denizin röntgenini çekerken, babamın "ilk başta soğuk ama sonra alışıyorsun" çorbasını yememe ramak kala, gövdeme çektiğim minik bacaklarımın istikrar abideliğine soyunmuş tavrı beni yarı yolda bıraktı ve denize dokundum. 'Dipteki kuma dokunmazsan yüzmeyi öğrenemezsin' lokmasını annemin dokunma temalı sözünden çalıntı olabilirliliği üstünde düşünmem sadece zaman kaybı gibi duruyordu. Aslında bu yaşta zamana hiç ihtiyacım yoktu. Dört yaşında biriydim ve iki' nin üç' den önce bittiğini önceki doğum günümde değil; babamın, 'üç dediğimde ikiyi unut.nefesini tut.dal' kerevizinden sonra anlamıştım. Bir,iki ve üç; herhangi bir şeye başlamadan önce söylenen en büyük yalandır. Üç' ün sinirli halini suyun altında duydum. İki' de son dua edalı dalışımı gerçekleştirdim. Bir' de ise saniyelik, ağız dolusu ve kimin olduğunu bilmediğim nefesi yuttum. Babam, bana göre sol eliyle olası boy verme durumumun suyun üstünde kalan sağ elimi tutacak, ona göre 'burnunu kapamana gerek yok' biberiyle boşta kalan elimi suyun altında diğer eliyle buluşturacaktı. Bense dipteki kuma değdiğimde yüzmenin çoğunu halletmiş olacaktım.
Her deneme bir tecrübedir girizgahı deniz için geçerli değilmiş gibi babamın üç demesini beklemeden iki' de dibe dalmam onu müthiş sinirli biri haline getirmişti. 'Sadece dal demen yeterli' kurabiyesini yuttum ve bir-iki-üç' ün rakamdan başka her şey olduğuna inanmaya başladım. Bu inanç beni 'sakın içeride gözünü açma yanarsın' tembih köftesiyle daldığım sudan, kuma dokunan ayak parmak uçlarımın gözüme söz geçirememesi sonucu merak ödülümümün teşekkür konuşmasında sevinçten değil de bastığım kuma bakmamla yanan gözlerimin acısıyla, ağlayarak çıkardı. Yukarıda babamın tuttuğu elimle belki zafer işareti yapmamıştım ama içeride aldığım ödüle ilk tebrik; elimi tutan, sonrasında da karşımda bulduğum babamdan gelmişti. Konuşmamda babama değil de bir, iki ve üç' e teşekkür ettiğimi duymaması için ellerimi sahiplenen babamdan kaçırarak dua etmeye yeltenmeme, burnuma kaçan ve açık gözlerime değen suyun neden olduğu acının eklenmesi yüzmenin ne kadar da zor olduğuna dair bir düşünce oluşturdu bende. Bu, ilk düşüncem değildi. Boy vermenin insana ya da denize olan faydası, ağlak halime denk gelen bir soru işaretiydi ayrıca.
Gözümü açabildiğimde, yaşımdan dolayı mı bilmediğim, görüş açımın neredeyse hepsini kaplayan babamın saçlarının ıslak olduğunu fark ettim. Göbek hizasındaki denize istese de kafasını sokamayacağı sığlıktaydık. Yağmurdan haberim vardı ve ben dipteyken yağmur yağmaya başlamış, babamda da suya girmiş izlenimi yaratmayı başarmıştı. Yağmur mu denizi oluşturan yoksa yukarıda başka bir deniz daha mı var ikilemimi bölmek istemediğim için bunu sormadım. Tek korkum, saçımdan ve yüzümden düşen damlalar bittiğinde göz yaşlarımın ortaya çıkacak olmasaydı. Bu, suyun dibinde gözlerimi açmışım demekti ve bu ayrıca hile anlamına geliyordu. Gözümü açmayacağıma söz vermiştim. Dokunduğum kumu görmek yüzmeyi öğrenmekten sayılmıyor olabilirdi. Devreye giren yağmura, babamdan yeni kurtardığım ellerimi suyun altında birleştirip, teşekkür ettim. Dizini koltuk yapmış keyfime denecek hiç bir şey bulamayan babam, oturduğum yerde sözde yüzmeyi öğrendim memnuniyetine bürünmüş, denizin bendeki hayal kırıklığına eşlik eden acıyla ağlayan gözlerimi, yüzümde gezdirdiği kuru olan eliyle sildi. Babamdan gözlerimi alıp ileriye ilk kez baktığımda ise; koyu ve açık, mavinin ikiye ayrıldığını gördüm.

Tuesday, December 08, 2009

medet

Hoş gelinmeyen bir yolculuğun, olası yolcularına vaad edilen muavinin koridor hayatına tanıklığımla başladı ilk. Ne kadar kapalı dursa da sabit bir boşluğa sahip ağzından aldığı nefesi ben de soluyordum. Bu tek ortak noktamız diye umuyordum ki oksijene hepimizin ihtiyacı var gerçeği, muavine baktıkça ağzımda istemeden ekşiyen oksijenin tadını biraz olsun hafifletiyordu. Görünen her yerinde çil vardı. Çil renginden koyu, turuncu saçları dağınık; renkli gözlerinden biraz açık gömleği ve epey koyu, yukardaki bölmeye tutunduğunda tanıştığım, yumruk büyüklüğü genişliğinde koltuk altı teri vardı. Orta kapının iki arkasındaydım. Otobüse bindiğini benden önce annesine haber veren yaşıtım sandığım çocuğun, biletini de benden önce aldığı pencere kenarında oturuşundan belliydi. Aynı gazeteyi almış olmamız 'gazeteyi bari ben önce almış olayım!' hırsını bürüdü bende. Kafasını dayadığı gibi cama, uyudu yanımdaki 'herşeyi benden önce beceren'. O uyurken olup biten her şeyi ona bir bir anlatacağıma dair kendi kendime söz verdim. Ne kadar aramız kötü olsa da buna hakkı vardı.
Bulunduğum yerden aynada görünen kısmıyla şöförün en fazla kaç yapabildiğini kestirme oyunumu bölen bir kokuydu. Muavin ilk servisine başlamıştı. O küçük arabayla bu dev adamı bir araya getirebilen otobüste, kocaman elleriyle orantılı halinin şoför koltuğunda değil de abartısız göbeğinden küçük olan servis arabasının arkasında oluşu, aynadaki tepeden görünüşüyle daha da küçülen şoförün bendeki yaşam hakkını sorgular cinstendi. Bana üç koltuk kala muavinin seçebildiğim kadarıyla arabasından, 'ne alırsınız?' sorusunun cevabını hazırlamaya çalışıyordum alelacele. Buna tek engel göz bozukluğum değildi elbet. Yaklaştıkça büyüdüğü gibi muavinin kokusu da artıyordu. Servis yaptığı paralel koltuklardaki yolcuların haline bakıp kokunun kaynağını doğrulamak isterken sıra bana gelmişti. Tepede bir güneş olsa üstüme düşen gölgesiyle boğulabilirim diye düşündüm aniden. Kokunun da gölgesi var mıydı? Zaman kazanmak için keki kendim aldım. Renksiz eldivenleriyle kahvemi doldururken biraz olsun rahatladım. Şekeri atmadan önce kahvemi koklamamın, kendimi ihbar etmemden farkı yok gibiydi. O da haklıydı aslında. İnsan kendi kokusunu nasıl alır kokusu zaten oysa? Ondan iğrendiğimizi bir anlasa elinin altındaki arabayla yer değiştireceğimize bahse girerim. Bizi nereye sürerdi bilemiyorum ama uzun bir yolculuk olacağı kesin. Öndeki üç koltukla başlayan bu bozuk aura benden sonraki üç koltukla devam eden cinstendi. Avuç boşluğuma sığan kahvemin burnuma hitap eden kokusunun ben içtikçe azalması kaygı nedenim olmuş ve bu adamdan da sürekli kahve isteme düşüncesi cesaret kontrolü sonucunda eriyip gitmişti. Sabahın körü turizmin ilk otobüsündeki ben, bugüne en yakın olan dünde muavinin neler yaşadığına inme kararı alacak kadar mağdur hissediyordum kendimi. Ne yedi, ne içti, nerelere gitti, ne gördü rüyasında, ne zaman uyudu, neler konuştu, ne zaman uyandı, ne vardı üstünde bütün gün? Bütün bunları sorarken yanımdaki çocuğa bakıyor yakaladım kendimi. O da camdaki yüzünü bana çevirmiş ama gözleri kapalı beni dinler gibi hala uyuyordu. Her şeyden habersiz. Kimdi, kiminle yaşıyordu, kimlerle konuşuyordu, kimi seviyordu, kime benziyordu? Aynı, muavinin leblebi kadar boşluk bıraktığı gibi ağzından, horlamanın yerini tutan puflaması yüzüme vuruyordu. Bu kısık klimayı iyiye yorup yüzümü çevirdiğim yerden alıkoyamadım. Ne zaman doğdu, ne zaman muavin oldu, nasıl bu kadar büyük, kimdi? Bütün merakımı yanımdaki çocuktan çıkarır gibi sessiz cevaplarına inat ardışık sorularımla muavinin ne kadar dünü varsa didiklemiştim.
Başlayan her şey bitecek, çöpe dönüşecekti. Öyle de oldu. Yenen herşeyin ambalajı içilen sıvıların boş bardaklarıyla beraber birer çöp idi ve bunların elden çıkması için çoğu yolcunun yolu izleme nedenli oturduğu koridorun seyrine bir dağ doğdu yeniden. Elinde tuttuğu büyük boy çöp torbasına burunlarını atan yolzedelerin iştirakına ben de kendimi ekledim. En yakın çöp konteynerindeki yerimi rezerve edebilir ya da burunla yetinip molada ücretli tuvaletlere kendimi hapsedebilirdim. Anonsu duyar gibiyim, 'Sabahın körü turizm yolcularının toplu intiharı sonucu otobüsünüz kaldığı yerden yola devam etmeyecektir. Burunlar şirketten. İyi şanslar.' Bu sesin sahibi kadını bulup yoluma onunla devam etme kararı aldım bir anda. Molaya kadar parmaklarımı burnumdan çekmedim. Kek ve kahve çöplerimi sıra bana geldiğinde yer çekiminden yardım alarak bakmadan sadece bıraktım. Yolcu olmayı da bırakmıştım ama düşmemi engelleyen oturduğum koltuktu. Oysa sürüklenip tekerleklerin altında ezilmeyi çoktan göze almıştım. Muavinin mola anını iki cümleyle anlatışına eşlik eden gizemli şoför, direksiyonu sağa kırdığında elim burnumda değildi. Kendimi nasıl dışarı attığımı, uyuyan yanımdaki çocuğun hayatta olup olmadığını ve diğerlerinin ne durumda olduğundan haberim yoktu. Koşmak denmez, kaçarak girdiğim tuvalette yan yana duran aralarında aynı boşluklar olan aynalardan kısım kısım gözüktüğümü anlayınca durdum. Elimde kan yoktu. Silah da taşımıyordum ama katil edalı nefes alışverişimin zihnimi yok edişinden aranıyor olabilirdim. Arkama baktığımda sadece el kurutma makinesinin, herhangi bir eli görmemesinden kaynaklanan, giderek azalan sesi hakimdi tuvalete. Benden önce kuruyan elin sahibini merak etmemde hiçbir fayda yoktu. Öyle de yaptım, ellerimi üstüme sildim ve kadının anonsunu bekledim.

Thursday, November 29, 2007

sereserpe

uzun kahverengi pardüsosü, kahvelerin yataklık ettiği sigara dumanı sarılığında bıyıkları, favorilerinden saç traşı gelmiş haliyle gidiş yönüne ters, tekli koltukta sırtını tramvaya yaslamış, diğerlerinden ayrı duran bir adamdı o. sol eliyle hem henüz ıslanmamış siyah şemsiyesini, hem de üstünde yasemin çetin yazan, içinde film olduğu üstündeki hastane ve radyoloji ibarelerinden kendini ele veren ama yasemin çetinin o adamın nesi olduğunu belli etmeyen torbasını, sağ eliyle de sadece iki parmağını kullanarak günün boş vakitlerine alet ettiği tespihini tutuyordu. yolculuğa eşlik eden kadın sesine aldırış etmeyen adam; ardışık durakları es geçip uzağa bulaşırken, dalıp gittiği yerden de kurtulamamışken daha, elindeki torba kayıverdi ve yerini yadırgayan film, gelişigüzel bir şekilde ayaklar altına serildi. iki kişi eğildi onunla birlikte düşmesini değil de en azından kirlenmesini engellemek için, içindekinin ne olduğunu bilmeden... biri, tramvaya bindiği anda adamın onca teşekkürüne rağmen yerini veren plastik topunu torbaya koymuş çocuk; diğeri de, bir eliyle adamın koltuğuna tutunan öbür eliyle de misafirlikte işe yarayan, evden götürülen terliklerin bulunduğu torbayı tutan kadındı. günün alakasız bir vaktinde bu sıradan hayatların sahibi olan üç insanı ilk ve son kez biraraya getiren olay bir filmdi.
adam tespihini, çocuk topunu, kadın da terliğini feda etti filme uzanmak için.
yasemin çetin ise, uzandığı yerden, siyah üzerine gri tonunda bir kalp bıraktı geriye.
sereserpe .