Geldiği yöne doğru bakmaya
cesaretini topladığı anda onu meraktan öldürecek bir yola saptı. Saplandığı
rotanın gediklisi olmayı başardığı zaman, geldiği yöne bakmasını gerektirecek
bir neden bulamayacak kadar uzakta olacaktı. Gözleri meraktan büyüdü. İçinde
asılı kalmaya kendini alıştırdığı nefesi verdiği an yükünü boşaltan bir kamyon
gibi rahatladı. Yolun tutarsız haldeki dönemeçlerine ek engebeli oluşu ve ona
eşlik eden çalıların arasına sıkışmış sıska ağaçların yersiz gölgelerine
müdahil durumu, bu yeni yol halini zengin kılan şeylerdi. Ayağına dokunan
toprak, taş, çalı, gölge… yolun kendisiydi.
Girip çıktığı her ana yeni bir
sayfa gözüyle bakıp, bir sonraki sayfanın yeniliğine bilerek aldanıp, kontrolü
elden bırakırmış gibi kendini salarak hareket ediyordu. Ayağını yürürken
sürtmeye başlaması, dokunduğu kurumuş yapraklardan çıkan sesten zevk almasını
geciktirecek kadar yorulduğunun da belirtisiydi. Aynı aralıklarla beliren
ağaçların diplerinde kümeleşen yaprakların yoğunlukları birbirinden farklıydı.
Rüzgarla savrulan yaprakların takılıp kaldığı koca bir kayaya ilişti gözü.
Sıklaşan ayak sürtmeleri, hızındaki azalma ve soluk alıp vermedeki yoğunluk
kayayı daha cazip kılıyordu. Yola koyulduğundan beri irili ufaklı taşların
birikiminden daha büyük duran kayanın oraya nasıl geldiğini ve diğer taşların
bu kayanın parçaları olup olmadığını sorgulamadan sırtını huzurla dayadı. Yeni
oyuncağıyla ilk kez tanışan meraklı bir çocuk gibi her yüzeyine dokunmayı
aklına koymuşçasına kayaya bulaşıyordu. Sivri kenarlarında elini acıtan kaya,
teninde yetişen bitkilere gelince yumuşak yüzeyini sunuyordu ona. Oluklarındaki
küçük karanlıkların merak olgusunu uyandırması, kayanın altında zemine
yedirdiği düzlüğü daha gizemli hale getiriyordu. Kayanın tonlarca ağırlıktaki
görüntüsüyle kıpırdayamaz oluşu; bu durağan ama her daim ivmelenen cazibesini
pekiştiriyordu. Fiziksel yorgunluğu kayanın keşfine dahil olmasıyla zihinsel
yorgunluğa dönüşecek ve kayanın varoluşu daha sonra aklına her geldiğinde kendi
varoluşunu sorgulatacaktı.
Uyuyakaldı. Bir kolu kayanın sert
yüzeyiyle başının arasına sıkışmış, diğer kolu etrafı kolaçan edercesine
kayadan sarkıyordu. Bir ayağı kayanın herhangi bir oluğuna saklanırmış gibi
içeride, diğeri ise sarkan koluna eşlik edercesine meraklı meraklı dışarı izliyordu.
Saçını sakince kaldırıp indiren rüzgar; yüzünden kurtulduğunda, montuyla
atkısının arasına sıkışmış yaprağı yerinden edecek kadar göğsünde hızla esiyordu.
Rüzgar, bilekliğinden kopan ipin ucunda yürümeye çalışan karıncaya geldiğinde
ise sanki esmeyi bırakıyordu. Kayanın üzerinde giyindiği uyku müdavimliğini
rüzgarın eşlik ettiği yapraklarla istemsizce örttü. Korku anında bulunduğu
tabiatın rengini ve şeklini alan hayvanlar gibi sürekli değişiyordu. Başlayan
yağmurla koyulaşan montu kayanın rengine yaklaşırken, sıska ağaçlardan düşen
yaprakların üstünü örtmesi onu ormana dahil etmeyi çoktan başarmıştı. Yağmur
dinerken önce göz kapakları kımıldadı. İnce dalların arasından sıyrılan güneş
ışıkları gözünü aldığında elini yüzüne perde olması için götürdü. Bedenini
saran yapraklar, yarışırcasına, bu harekete sessiz kalamayarak üzerinden
düşmeye başladı. Yüzünü yakan güneşin acısı yerini; yer değiştirdikçe, uyku
halinde vücuduyla temas içinde olan kayanın acı-ağrı arası rahatsızlığına
bıraktı. Doğrulmayı denediğinde ormanın ne kadar içinde ve topraktan ne kadar
yukarıda, geldiği yerden ne kadar uzakta ve kendine ne kadar yakın olduğunu
anladı. Ağaçların ince gövdelerine gözünü kısarak baktığında; onları odundan
parmaklıklar gibi görüp, kendini yeryüzünün en güzel hapishanesinde hissetti. İşlediği
suçu sorgulamadan bulunduğu uçsuz hücrenin olmayan çatısından içine özgürlük
doldurup değişen rengiyle göğe kırptığı gözünü sonsuzluk umuduyla yeniden
kapattı. İçine çektiği dizlerini saran kollarına, başı da yanaşarak eşlik etti.
Hücresinde küçülürken, eşsiz hapishanesine dolan kuş sürüsü görülmeye değerdi.